Denizler bizim de akrabamızdı…

6 Mayıs 1972’de Denizler idam edildiğinde 11 yaşındaydım. Annemin ve ailemizin bütün kadınlarının ağladığını hatırlıyorum. Oysa, ne Deniz, ne Yusuf, ne de ‘dede’ Hüseyin akrabamızdı… Kan bağı yoktu aramızda…

Aramızda kan bağı yoktu ama daha sonraları çok iyi anladım ki, annemle Deniz’in, Hüseyin’in ya da Yusuf’un arasında adı konulmamış muhteşem bir duygusal bağ vardı. Bu bağ, mazlumlarla haksızlığa başkaldıranlar arasında kendiliğinden oluşan ve kopartılıp atılma şansı olmayan bir bağdı. O bağ, tıpkı benim annemde olduğu gibi, binlerce anneyi de Denizlerle çok yakın akraba yapıyordu…

O öyle bir bağdı ki, bir kez oluşunca aradan yıllar da geçse kendisini hep hatırlatıyordu. Bazen filmlerde ve belgesellerde gözyaşı olarak, bazen türkülerde, bazen de sıkılı bir yumruk olarak…

Çünkü onlar her fırsatta, kendilerini çevrelemiş onlarca polise ve jandarmaya rağmen bakışlarıyla, yürüyüşleriyle o çemberi delip geçmeyi, duvarları yıkmayı hep biliyorlardı ve işte o zaman yer de zaman da mekan da önemini yitiriyordu…

* * *
1960 sonları, Türkiye üniversiteleri, sorgulamanın ve dinamizmin merkeziydiler. Toplum ve toplumsal ilişkiler, yönetim biçimleri sorgulanıyordu. Bugün sahiplenilmiş gibi yapılan ve neredeyse kendileri dışındaki bütün toplumsal kimliklere düşmanlığın aracı olarak kullanılan bayrak, o günlerde anti-emperyalizmin simgesiydi. Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı önemseyen Denizler, bayraklarla yaptıkları gösterilerde ‘Bağımsız Türkiye’yi öne çıkarıp Dolmabahçe’de 6. Filo’daki Amerikan askerlerini denize dökerken, Vietnam’daki Ho Amcaları’nı da unutmuyorlardı. Onlar hem yurtsever hem de enternasyonalistti. Bunları asla unutmamak gerekir. Onlar bu tavırlarını idam sehpalarını tekmelerken de gösterdiler: Türk ve Kürt halklarının kardeşliğine ve ortak mücadelesine yönelik yaptıkları çağrıları, ‘kahrolsun emperyalizm ve faşizm’  sözleriyle bitirdiler…

* * *

O dönemlerde üniversiteler, eski cevapların yerine, akıllardaki ‘niçin’lere yeni cevaplar arayan merkezlerdi. Yani bugünkü gibi eski cevapları, yeni cevap gibi sunma şansı yoktu. 1960’lar, 1970’ler, Amerika’nın ‘demokrasi kahramanı’ olmadığı, siyasal İslam’ın, sağcıların, muhafazakârların, asıl statükocuların, ‘Komünizmle Mücadele Dernekleri’ ve ‘komando kampları’ örgütleyicilerinin, ‘Kanlı Pazar’ sorumlularının, hem de değişimin ve gelişimin merkezi olarak ‘devrimci’ ilan edilmedikleri günlerdi. Üniversiteler, işçilerle, emekçilerle da dayanışmanın merkezleriydi. Tütün üreticilerinden, fındık üreticilerine, fabrikalardan, gecekondulara kadar herkesin yanında onlar vardı. Sokaklar ve zorunlu iç göçten dolayı henüz fazla ortaya çıkmayan varoşlar henüz sağcılara ve İslamcılara terk edilmemişti. Nerede başlayıp, nerede bittiği belli olmayan, garip ve ucube bir yenilenme ve değişim dalgası yaygın değildi. Nostaljik bir bakıştan öte, kelimenin tam anlamıyla, birçok değerin bugünkü gibi yok sayılmadığı, içinin boşaltılmadığı, belli bir saflığın ve idealistliğin ağırlığının hissedildiği, elle tutulduğu bir hava vardı.

* * *

Üniversiteler aydınlanma merkeziydi. Oysa bugün, ‘dünyanın yeni ve modern dini’ medyanın da belirleyici etkisiyle o dönemin aydınlanma merkezi olarak şekillenen üniversiteler ve üniversite gençliği ve geleneği de önemli ölçüde yok edilmiş. O dönemin aydınlanma hareketinde belirleyici olan, ‘niçin’leri arayan sorgulamanın en önemli destekleri, kararlılık, mücadele ve umutmuş. İnandığını kararlılıkla dile getirme ve söylediğinin arkasında durma imiş. Aydınlanmanın bütün sembollerinde de ortaya çıkan ortak değerler bunlarmış: Deniz, Yusuf, Hüseyin, Mahir, İbo…

O aydınlanmada, temel değerler için, asıl ‘ülkü’ için, ‘rakip bir grup olsa da sahip çıkış varmış. Bu olmasaydı, Denizlerin idama mahkûm edilmesinden sonra, Mahirlerin Kızıldere’de ölümle sonuçlanan yolculuğunun kutsallığı ve değeri anlaşılamaz. Belki de bugün yapılması gereken en önemli iş, o aydınlanma geleneğinin ve dayanışmayı yeniden öne çıkartmayı sağlamaktır!

Devirleri hep daim, “akrabaları” hep çok olsun!

(6 Mayıs 2013)

EN SON EKLENENLER