Erenler katarı

Yokluklar içinden sıyrılıp geldiler. Karanlıklar içinden ellerinde çerağlarla çıkıp geldiler. Kimisi güvercin donunda, kimisi cansız duvarın, kimisi aslanın üstünde bir nur içinden akıp geldiler. Kimisi Rum erenleri, kimi Horasan pirleriydi. Kırkların katarına uymuş, Onikimamlar’ın yolunda, Ehlibeyt bendeleri olarak geldiler. Tüm Anadolu’yu, tüm Rumeli’ni baştanbaşa fethettiler. Issız dağ başlarına, vadi diplerine, ormanların kenarlarına veya dümdüz ovalara gelip saygıyla oturup kaldılar. Bu sefer onlarda benlik atı değil hikmet atı vardı. Çölleri cennete çevirdiler, açları ve susuzları doyurdular, yıldızları gökten indirdiler, bağı bostan ettiler, güller yetirdiler, gönülleri yeşerttiler.
Umutsuzluk diye bir sözcük yoktu dillerinde, umut ektiler insanların gönüllerine. Sadece umut ekmekle kalmadılar; kinleri, kibirleri, hırsları yenmek için de herkes için geçerli ölümsüz reçeteler sundular. Konuştukları dillerle, bereket fışkıran elleriyle, kerametleriyle, adım attıkları beldelerde sular çıkarıp, fidanlar büyüttüler. Keramet ehliydiler. Bakışları İmam Ali’nin bakışıydı. Ceylanlarla arslanları kucaklarına aldılar. Bir uzun yürüyüş eylediler, gönülleri birleyip, darda olanları dardan indirip, her gittikleri yere huzur getirdiler.
Hızır gibi darda olanlara yetiştiler, hem de tam zamanında ve tam yerinde!
Yaşanan bir coğrafya vardı; bozkırdı her taraf, talan edilmişti, yağma edilmişti, insanlar ekip biçemiyor, bir şeyler yetiştiremiyor, çocuklarını büyütemiyor, hastalıktan kurtulamıyorlardı. Köle yerine konuluyor, itilip kakılıyorlardı. Kişiliklerini yitirmişlerdi. Özlerini yitirmişlerdi. Yaşama güçlerini kaybetmişlerdi. Direnme güçlerini kaybetmişlerdi. Gördükleri atlılar onlara zulüm yağdırıyordu. Hırslı, kinli, zalim, gaddar, hayvandan daha hayvan varlıklar altında eziliyorlardı. Bağları, bostanları, tarlaları talan edilmişti. Su çıkan gözeleri kurutulmuştu, masmavi gökyüzünü kana bulamışlardı, karartmışlardı.
Keskin, dondurucu bir soğuk esiyordu, Anadolu’da ve Balkanlar’da. Karısının kızının namusu başkalarının elinde, hırsları öfkeleri kınında, gözyaşları ayaklarındaydı koca yiğitlerin, ak saçlı aksakallı dedelerin, yaşmaklı ninelerin.
Ürettiklerine yabancılaşmışlardı, yaşadıklarına pişman edilmişlerdi. Yarın diye bir şey düşlemez olmuşlardı.
Utanıyorlardı kendilerinden binlerce yıl önce buralarda yaşayıp gitmiş arkalarında nice heykeller, koca koca yapılar, sütunlar bırakmış eski uygarlıklardan geriye kalanlardan, onların canlı ruhlarından. Kendileri açlık, yokluk, sürgün nedeniyle bir umut olarak gelip yerleşmişlerdi bu kutsal ve bereketli topraklara. Daha daha daha batıya gitseler de böyle güzel bir coğrafyayla, böyle bir yurtla zaten karşılaşamazlardı. Bu topraklar ne de güzel diyarlardı. Dağı dağ, yaylası yayla, gölü göl, suyu suydu.
Ne de bereketli topraklardı Halep, Musul, Kerkük diyarı, tümden Anadolu ve Tuna boyları. Gidebilecekleri yerlere kadar gitmişlerdi. Yerleşmişlerdi. Ama çeteler vardı, haramiler vardı, yağmacılar vardı, işbirlikçiler vardı, istilacılar vardı, Moğollar vardı. Paralı askerler vardı, insanı birbirine kırdıran zihniyetler vardı. Açlık vardı, susuzluk vardı, üstelik bir gelecek de yoktu. Evladı olması gereken vatandaşını köle yapan devlet zihniyeti vardı, daha çok tüketmeye, sömürmeye, alışmış alıştırılmış bir zihniyet vardı devletin başında. Nedense hep elin gâvurları daha akıllı, daha saygılı, daha bir refah içinde yaşıyorlardı.
Halk perişandı, halk çaresizdi, halk aç, halk işsiz, yurtsuz, topraksız, karamsardı. Bulutlar kaplamıştı gökyüzünü insanlar unutmuşlardı, güneşi, ayı, yıldızları. Ot otluyorlardı, yaylaklarında hayvanları yoktu, ordan oraya sürülüp duruluyorlardı. Bazen istemedikleri halde zorla bir yerde oturmaya zorlanıyorlar bazen de tam tersi oturup yerleşmek isteseler de ordan oraya sürgün ediliyorlardı. Devlet diye sarıldıkları gücü elinde bulunduran hükmedicilerle insanların kanlarını içen çetecilerin yan yana olduklarını görüyorlardı. Nice savaşlardan, nice kavgalardan bıkıp usanmışlardı.
İşte fırtına içinde, bu kâbus içinde, bu karanlık içinde bu topraklara geldiler erenler, veliler, ozanlar…
Korkusuzca geldiler, ormanları, dağları aşıp geldiler. Tüm zorluklara karşın geldiler. Yanlarında bazen yarenleriyle geldiler, bazen bir hırka bir lokma dayandıkları büyük sopalarıyla varıp geldiler. Geldiler dergâhlar kurdular, tekkeler kurdular, ocaklar yaktılar. Veya kendilerinden önce kurulan inanç ve kültür merkezi olan mekânlara sığındılar. Baldan tatlı sözleriyle yaralı gönülleri sağılttılar. Bereketli ellerinden bostanlar yeşerdi. Her türlü zorluğa tahammül edilmesini öğrettiler ilk önce.
Sonra yaşamda yılgınlığın yeri olmadığını, sabrın her şeyin ilacı olduğu felsefesini aşıladılar insanların benliklerine. İnsanları ikna etmeleri çok zor oldu. Kimi asiydi, kimi yaşadıklarından dolayı ilkin inanamadı onlara. Kimi garip karşıladı, kimi küçümsedi onları. Bundan daha doğal ne vardı ki, kendi aralarında bile çekememezlik yok muydu? Evvel de benliğini yenemeyenler, keramet atına binemeyenler öbürlerini küçük görmemiş miydi? Hünkâr Hacı Bektaş Veli dahi, güvercin donuna girip göğe kanat açtığında, alıcı kuş kılığına giren Toğrul Abdal tarafından engellenmek istenmemiş miydi Anadolu’ya gelişi?
İşte hem insanlar hamlıklarından kurtulmaya hem de erenler daha da kâmilleşmeye birlikte devam etmişlerdi. Ama onların arasında öyleleri vardı ki, yazdıklarıyla, yaşamlarıyla, sözleriyle halkın gönlüne bir iyice kazındı ve ölümsüzler arasına katıldılar. Tez zamanda Anadolu’nun ve Rumeli’nin mühürleri oldular. Buraları bir Türk yurdu yaptılar, ayak bastıkları toprakları erenler yurdu, erenler bahçesi yaptılar. Bıkmadılar, usanmadılar, yılmadılar. Sabırları taşları çatlattı, nankör gözleri kör etti. Ama onlar yollarından hiçbir zaman geri durmadılar. Zamanla ağular bal oldu, koyunların memelerine süt, kör pınara su geldi.
Oturup bir yerde kalmadılar. Çalışkanlıklarıyla örnek oldular insanlara, namuslu onurlu insan olarak baskılara boyun eğmemeyi öğrettiler, miskinlikten kurtardılar toplumu.
Yurdunu, toprağını işgal edenlerden kurtulmak için hiç istememelerine, karşı olmalarına rağmen gerekirse her türlü karşı gücü kullanmayı salık verdiler. Direnen Türkler oldular, yabancı işgalcilere karşı. Vatansever oldular, yurtsever oldular. İnsandan, emekten, haktan, adaletten yana bir dünya düzeni kurmak için ömürleri boyunca çalıştılar. Halkın ve Hakk’ın sesi olarak ölümsüz dizeler yazdılar, ozan oldular.
Her birinin mucizevî hayat öyküleri destanlaşarak kuşaktan kuşağa aktarıldı. Onların olduğu yerde haksızlık yoktu, hak ve adalet vardı, eşitlik vardı. Kin ile kibiri terk edenler dergâhlara, ocaklara alınıyordu.
Cem kurdular, kadınla erkeği bir araya getirdiler. Hakk geldi onlarla, batıl zail oldu eridi gitti. Postlarını serdikleri meydanlarda doğruluk, dürüstlükten başka bir şeye yer yoktu. Kara kazanda pişen lokmadan herkes payını alıyordu. Hayatlarında zenginden alıp fakire verme ilkesi vardı. Elinde fazla olan paylaşıyor, fakirler doyuyorlardı.
Dergâhlar, tekkeler, ocaklar ilim irfan yuvasıydı. Ham ağaçlara aşı vurmayı, boş arazileri tarla etmeyi, insan bedenini bir mükemmel alet olarak kullanıp sanat öğretmeye, hayvan derisini insanın birçok ihtiyacını gideren ürünlere dönüştürmeyi erenler sayesinde öğrendi Anadolu ve Rumeli insanı.
Bir oymakla Anadolu’ya yürüyen Hünkar Hacı Bektaş gelince külekler yağla, balla doldu, kayalar dile geldi. Kuru değneğini diktiği yerden yeşeren çınar ağacının dalları dört kıtaya yayıldı. Adının ulaştığı yerlere esenlik, sağlık, barış gidiyordu. Hacı Bektaş halk adamıydı, kulda eksiklik aramıyordu. Eksiklik noksanlık insanda bunları arayanlardaydı. Musa’yı Kazım soyundan gelen Hünkâr kırk gün, kırk gece derin düşüncelere dalıp dünyayı, insanı, varlığı, kâinatı, Tanrı’yı düşünmüş tefekkür etmişti. Kırk gün kırk gece semah edip, dolup boşalmıştı. Tüm kâinattaki canlıları ruhunda hissetmiş, Muhammed Ali’nin nurunu eliyle, kurutulmuş topraklara değdirmiş, bereket ve bolluk getirmişti. Onunla dile gelen kuşların dilinden anlayan, âlemi nurla donatan Muhammed’in nefesiydi. Nice zorluklarla karşılaşmış Eyüp gibi sabretmişti. Zekeriya gibi testereyle kesilmek mi istenmemiş, Yakup gibi diyar diyar mı gezmemişti? Atalarının, yol önderlerinin emanetleri, şifreleri kendisine nasıl ulaşmışsa o da yanında yetişen dervişlerine bunları aktarmamış mıydı?
Türkistan ilinin manevi önderi ve ulusu, Dedem Korkut’un dilinden konuşan Koca Ahmet Yesevi’nin emanetleri kendisine intikal etmemiş miydi? En büyük hazine olan dili, Türk dilini konuşarak hasetleri def etmemiş miydi?
Ya dervişleri, dedeleri, babaları, ozanları, âşıkları, kamberleri? Onlar da bu dergâhta öğrendiklerini, duyduklarını dört kıtaya yaymamışmıydılar? Ta Yemen’e kadar uzanmamış mıydı bu ulu düstur? Alevi-Bektaşi Yolu/Erkanı denilen, batini tasavvuf yolu denilen, Ali yanlılarının, yani Hakk’ı insanda bulan, insanda çok keramet gören, ezilenden yana, haklıdan yana, güçsüzden yana, doğrudan yana, dürüstten yana bir düzen kurmak ve bu dünyada hesabını vermek isteyenlerin yolu Viyana’ya kadar gitmemiş miydi?
Gönülleri birbirine bağlayıp sular gibi çağlayan, bağlamanın ezgisinde dertlerini unutup umut deryalarına dalan, çocuklara em olup gelen bu yol nasıl bir yoldu?
Buna akıl sır erer miydi? Sabırla bu yolun sonuna kadar gidilebilir miydi?
Âşık Veysel gibi uzun ince bir yolda günlerce, yıllarca gidilse tünelin ucundaki ışık görünebilir miydi?
Yangınlar içinden geçip, denizler üzerinde yürüyerek, dağlar üstünde uçup umutsuz hastalar iyi edilir miydi?
Eski bir dost, eski bir hatıra gibi hani uzun yıllar önce kaybettiğimiz bir akrabamızı bulmuş gibi sevinir miydik, dedelerimizi, babalarımızı, ozanlarımızı yani Hacı Bektaş bendelerini görünce?
Bir hastanın son demlerinde onu güldürür müydü anlatılan Bektaşi fıkraları? Yani yaşamı biraz da alaya alarak, nafile olduğunu bu hayatın, geçici olduğunu söyleyip kahkahayla gülünmez miydi? Bir çimene ayak basar gibi göçüp gitmek nasip olmaz mıydı, ozanların dizelerini dinleyene?
Adları anılmayan meçhul ama kandilde, nurda parlayan erenlerin yolu ne kutlu bir yoldu?
Bu yola binlercesi hizmet etmişti. Hangi birini sayalım ki, hangisinin insanlığı, ululuğu diğerinden aşağıdır?

Pir Sultan Abdal’ım eydür erenler nerde
Kayasız çalısız bir sahra yerde
Kerbela çölünde kandilde nurda
Gel dinim imanım İmam Hüseyn

Hoy’dan çıkıp gelen ve Hacı Bektaş’ın fikirlerini Batı Anadolu’ya yayan ve bir büyük dergâh kuran Abdal Musa Bursa’dan başlayarak Antalya’ya kadar uzanıp bu yöredeki insanları aydınlattı. Büyük tarlalarından derilen başaklar nice değirmende öğütülüp nimet olarak sofralara serilmişti. Yanında onlarca derviş yetiştirmişti. Onlar da nice insanları aydınlatmış, insanlığın, tasavvufun zenginliklerini onlara taşımışlardı. Abdal Musa’nın Dergâhı’nda yetişen Kaygusuz Abdal bir büyük ozan olarak Mısır’a kadar tasavvuf kültürünü taşıdı. Şiirleri dilden dile ülkeler aştı, Tuna boylarına ulaştı.
Bir büyük ulu Yunus Emre vardı, Hakk’a sığınmış, Hakk’tan şiirler söylemişti. Ama o halkın içindeydi, halktan, halkından yanaydı. Hakk’ı bilen zaten nasıl halktan ayrı olabilir ki! Yüzyıllar sonra sözde onu seven sürüngen tayfasına bakın ki dostlar, güya Hakk adamı olan Yunus; uyuşturucu almış gibi, robot gibi, bozuk plak gibi aynı şeyleri söylemiş, suya sabuna dokunmamış bir fani adam! Hele mollaya bak sen, yüzyıllar aşıp gelmiş şiirleri yaşam kokan, yiğit iken ölen gençlere ağıt yakan, hayat kavgasında, işgalcilerin karşısında, Hakk’ı insanda gören, insan seven bir Yunus’u alıp kendine koz yapacak! Kendisi gibi dini kullanan, çıkar pazarlarında poz veren, bazı formülleri yerine getirmeyi ibadet sayan bir adam yapacak! Yok ya!
Yunus Emre halk adamıdır aynı zamanda; fakirliği, yokluğu, insanın insanın kurdu olduğunu görmüş, şiirlerini halktan yana yazmıştır. O zaten farklı bir eren profili çizmektedir. İşte böyle büyük erenler de vardır bu topraklarda.
Eren demek, veli demek, ozan demek belli bir mekânda ikamet eden hayatını sadece oraya adayan insan demek değildir, sevgili dostlar.
Eren demek, ozan demek gezen demektir, gören demektir, halkın içinde olan demektir, gerçekleri ama saf gerçekleri yazan demektir. Dünyanın gerçeklerinden soyutlanmış, kendisini her şeyden yalıtmış, aynı şeyleri ezbere okumaktan başka bir şey bilmeyen insan ne ozandır, ne erendir, ne de velidir. Kadıya, mollaya minnet etmeyendir eren. Halkın yanında şiirler söyleyendir ozan. Bir dergâhın başköşesinde posta oturup sabahtan akşama kadar uyuklayan kişi veli değildir.
Bir Gözcü Karacaahmet vardır, Anadolu’nun gözcüsüdür. Şahin gibi bakar, ışığı bile deler bakışları. Terazisi doğru tartar. Haksızlığa geçit yoktur onun olduğu yerde. Gören, gözetendir. Böyle olmazsa nasıl veli olur, nasıl eren olur. Yoksa nasıl olur da yetmiş bin âlemi nurundan yaratan Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcisi olur?
Veliler, erenler Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcileri değil midirler? Nice peygamberler gelip geçmiştir âlemi nura batırmışlardır da onların yolundan izinden giden erenler, veliler aynı tanrısallığı taşımazlar mı?
On İki İmamların soyundan, yolundan gelen; Seyid Battal Gaziler, Ebul Vefalar, Dede Garkınlar, Baba İlyaslar, Baba İshaklar, Baba Mansurlar, Ağuiçenler, Seyyid Mahmut Hayraniler, Kureyş Babalar, Cemal Sultanlar, Kolu Açık Hacım Sultanlar, Haydar Sultanlar, Hamza Babalar, Üryan Babalar, Sultan Süceattin Babalar… Aynı yolun yolcuları değil miydiler? Karadeniz’i bir baştan bir başa geçen Güvenç Abdallar, Kumral Abdallar, Geyikli Babalar, Sarıballar aynı ailenin fertleri değil miydiler?
Karadeniz’i aşıp Romanya’ya Babadağ’ına giden Saru Saltuk değil midir beyaz atı üstünde ejderha yenen Hıristiyan mitolojik kahramanı bile geçip onların kalbinde yer edinen. Gücüyle, kuvvetiyle değil sadece haksızlıkları yok eden bir Türk eren olarak da Hıristiyanların gönlünü fetheden.
Horasan yurdundan Anadolu’ya, Anadolu’dan Balkanlar’a, sonra tekrar Anadolu’ya uzanan Zülfikar’dan ışıldayan nuru kuşatmıştı âlemi.
Bir büyük Seyyid Ali Sultan vardır, Rumeli’nin gözcüsü, fetihçisi, kapıları açan, kaleleri yıkan, haktan adaletten yana bir düzeni, bereketli Balkan topraklarına götüren. Ve onun yolundan giden nice eren kök salmıştır ve Aleviliğin Bektaşiğin de buralara ebediyen kök salmasını sağlamıştır. Akyazılı Sultanlar, Otman Babalar, Demir Babalar, Hüseyin Babalar, Yunus Abdallar, Kademli Babalar, Kız Analar, Sofi Babalar, Hıdır Babalar, Dikmen Babalar, Elmalı Babalar, Sersem Ali Dedebabalar, Gül Babalar daha niceleri, yüzlercesi, binlercesi.
Erenler yurdunda, masmavi gökyüzünün içinde birer pırlanta gibi parlayan yıldızlar gibi kurdukları tekkelerde, dergâhlarda, ocaklarda, ayaklarını bastıkları tüm topraklarda huzur ve güvenin adresleriydi erenler. Gülü gülle tartan terazileri vardı. Çocukla çocuk, kadınla kadın, yaşlıyla yaşlı, dertliyle dertli olan kişilerdi. Onlar birer insan değil, birer melektiler. Işıktan yaratılmışlardı adeta. Ama toprak adamı oldular. Ayak bastıkları yerin toprak olduğunu, kendilerinin geldikleri toprağın ise turaplık simgesi olduğunu gördüler. Kışını, yazını, selini, baharını, kıtlığını yaşadıkları topraktan bir dakika bile ellerini kesmediler, umutlarını yitirmediler.
Hakk âdemdeydi. Hakk insanda olduğuna göre hizmetin en iyisi insana yapılmalıydı. İnsan insana yaklaştıkça, insan insan gönlüne girdikçe Tanrı’ya yaklaşabilirdi.
Soyut olarak ne yerde, ne gökte olmayan bir Tanrı’ya yakarmak niyeydi?
Özünden fışkırttığı insana hizmet Tanrı’ya da en büyük ibadet değil miydi?
Tanrı’nın insanın ibadetine ne ihtiyacı vardı? Elbette ismi anılacaktı, elbette ona eller açılacaktı, rahmet kapılarından geçilmek istenecekti ama insanı ezerek, ona işkence yaparak, her türlü kötülüğü ona reva görerek nasıl bir din önderliği, devlet adamlığı olabilirdi? İnsanı doğuştan günahkâr gören bir anlayış, Allah’ın hiç ihtiyacı yokken ona ibadet etmeyeni kırbaçlayan anlayış nasıl bir anlayıştı? Bu hangi barbarlığın artığı bir anlayıştı? İnsanın kalbine korku salan, itlerini insanın üstüne salan bir devlet yöneticiliği nasıl bir yöneticilikti? Nerdeydi Allah’ın adaleti? Tanrısallık, asalet, adillik bu muydu?
Yaşamı insana zindan eden bir anlayışın iyi bir yönetim olduğu söylenebilir miydi? Değiştirilemeyen bir düzen kötü bir düzen değil miydi? Dinlemesini bilmeyen, sürekli konuşan, kendi bildiklerini dayatan bir anlayış insancıl olabilir miydi? Barış ancak özgürlüğün olduğu topraklarda sağlanamaz mıydı? İnsan özgür olmazsa, aklı hür olmazsa, yurt bağımsız olmazsa oradaki yaşam kölelik değil miydi? Tutsaklık sadece ayakların, ellerin zincirle bağlanmasıydı mı? Mağara kovuklarında bile bir araya gelip Hakk’ı zikreden, zalime boyun bükmeyen, erenlerin yolundan giden insanlar gerçek bir aydınlık yolda değil miydiler? Bu insanlar değil miydi, harama el uzatmayan, dahası Pir Sultan’ın köpekleri gibi, haram eti yemeyen hayvanlara sahip olanlar?
Bir ulu ozan Pir Sultan Abdal ki, adının anıldığı yerde yürekler titrer. Bir eren bir evliya, bir ulu ozan Pir Sultan Abdal. Ali’nin aşkıyla yanmış, yazmış; Onikiimamlar’ın aşkıyla yanmış yazmış… Korkmadan, çekinmeden doğru bildiği şekliyle yazmış, söylemiş, çalmış… Çağları aşan, karanlıkları yırtıp geçen bir ulu ozan olmuş Pir Sultan, direncin sembolü olmuş, haykırışın örneği olmuş çağlayıp gelmiş dünden bugüne…
Her biri damlanın denizi anımsattığı gibi birbirine benzeyen, bir büyük yolun yolcuları…
İlim, irfan, fen sahipleri…
İnsandan, emekten, doğrudan yana bir dünya düzeni kuran, kurmak isteyen ulular…
Kimilerinin hayallerine bile sığmayacak güzelliklerin yaratıcıları…
Karanlıkları aydınlatanlar…
Can suyunu insanın kuru bedenine getirenler…
Bastıkları yerleri yeşertenler…
Erenler, veliler, alp erenler, ozanlar, bilgeler…
Bu toprakların erozyon gibi toptan sürüklenmesini, değerlerinin yok olmasını, insanlığının yanmasını engellemiş gönül savaşçıları…
Sevgi ormanları…
Kaf dağının ardındaki düşleri bu dünyaya taşıyanlar…
Mezarları türbe olan…
Ayak bastıkları yerler ziyaret olan…
Anamız, babamız, yarimiz, evladımız, atamız, geçmişimiz, geleceğimiz, hafızamız, nurumuz, belleğimiz, hatıramız, bizi bize anlatan büyük değerlerimiz…

 

EN SON EKLENENLER