Taner Akçam: Gönüllü bir katılım olmasaydı, bu kadar insan öldürülemezdi

 Ermeni Soykırımı’nın tüm veçheleri ile birlikte ele alınması Türkiye için hep netameli yaklaşılan bir konu oldu. Kaçınılmaz bir şekilde, bu topraklarda yaşayan hemen herkes için sert bir yüzleşmeye sebep olacak geçmiş bilgisi, reel politik hesaplara göre biçimlendirildi. Kuşkusuz bunda yüzlerce yıllık devlet ideolojisinin etkisi vardı.

Mustafa Kemal, Ermenilere yapılanlarla ilgili ne düşünüyordu? Geçmişten bugüne Müslümanlar, Hıristiyan topluluklara nasıl yaklaştılar? En nihayetinde komşu, tanıdık ahali nasıl öldürülebildi?

2008 yılından beri Clark Üniversitesi Tarih Bölümü Holokost ve Soykırım Çalışmaları Merkezi’nde çalışmalarını sürdüren Taner Akçam’la, Aras Yayınları tarafından yayımlanan son kitabı ‘Ermeni Soykırımı’nın Kısa Bir Tarihi’ni konuştuk.

“Ermeni Soykırımı” tanımı genellikle 1915-1918 arasındaki katliamlar için kullanılır. Siz ise soykırımı sadece üç yıl süresince yaşanmış bir vaka olarak tanımlamanın doğru olmadığını söylüyorsunuz. Sizce ne zaman başlıyor?

Genellikle soykırım çalışmalarında “soykırımın bir süreç olarak kavranması” ile “bir olay olarak algılanması” arasındaki farka dikkat çekeriz. Birleşmiş Milletler 1948 Soykırım Sözleşmesi, “soykırımı” bir ceza hukuk maddesi olarak formüle eder ve tek bir olaya, bir ana ilişkin olarak kullanılır. Oysa soykırımlar, sosyal bir süreçtir. Zaten bu kavramı ilk bulan Polonyalı Yahudi avukat Raphael Lemkin soykırımların bir anlık olay değil, bir süreç olduğunu söyler. Dolayısıyla ben Türkiye’de konunun anlaşılabilmesi için Ermeni Soykırımı’nın süreç olarak kavranması gerektiğini öne sürdüm. Seçtiğim tarihler semboliktir. Ermeni Soykırımı’nı 1878 Berlin Antlaşması ile başlatıp 1923 Lozan Antlaşması’yla tamamlanmış bir süreç olarak kavramak gerekir. 1878 Berlin Anlaşması’nın 61. maddesine göre Ermeni meselesi uluslararası diplomasinin gündemine girmiştir.

‘ERMENİ DEVRİMCİ ÖRGÜTLERİ BUGÜNKÜ KÜRT HAREKETİNE BENZETEBİLİRSİNİZ’

1878 Berlin Anlaşması’nın 61. maddesi niçin önemli?

Bu maddeye göre büyük devletler Osmanlı hükümetinden Ermenilere yönelik saldırıların engellenmesi için tedbir alınmasını şart koşarlar. Bu saldırılarda Kürtler ve Çerkesler’den bahsedilir. Osmanlı hükümetinin düzenli bir biçimde büyük devletlere rapor vermesi gerektiği söylenir.

Maddenin özelliği şu: 1878 yılının, Mart ayında yapılmış Ayastefanos Antlaşması’nın bir tekrarıdır. Orada “Ermenistan” kelimesi ilk defa uluslararası literatüre geçer. İkincisi, Ermeni sorunu, Berlin Anlaşması ile Osmanlı devleti ile onun Ermeni tebaası veya milleti arasındaki bir sorun olarak değil bölgedeki etnik ve din grupları arasındaki bir çatışma olarak tanımlanmıştır. Nitekim zaten bu anlaşmadan hemen sonra Ermeni devrimci örgütleri kurulmaya başlanır.

Burayı açar mısınız Taner Bey, “devrimci örgütleri” nasıl düşünelim?

Bugünkü Kürt hareketi ile kıyaslayabilirsiniz, gerilla eylemleri olan, dağlarda gerilla savaşları veren kişiler olarak düşünebilirsiniz. Bu savaşların ağırlıklı hedefi, Kürt feodal önderleri ve Ermenilere zulüm ve mezalim yapan Osmanlı yöneticileridir. Sonuçta tıpkı bu dönemde olduğu gibi eylemleri “terör” olarak adlandırıldı ve anarşiye sebep olan kişiler olarak görüldüler. Osmanlı hükümeti bu terörü bastırmak için bölgede askeri operasyonlar düzenledi ve sonuçta 80 bin ila 300 bin arasında değişen rakamların verildiği, 1894- 1897 Abdülhamit dönemi katliamları ile sonuçlandı.

‘KALICI GÜVENLİK YARATMA YÖNTEMİ İLE ERMENİLERE YAKLAŞILDI’

Soykırım hazırlığına girişilmesinin son virajında sıkışmış, taksim taksim bölüşülmesi hazırlanan bir ülkenin de olduğu anlaşılıyor. İnkârcıların en güçlü argümanlarından birisi de büyük devletlerin dışarıdan müdahalesi ve o zamanki şartlar içinde bunun zorunluluk olduğu fikri. Siz de “Tarihte hiçbir şey zorunlu olduğu için yaşanmadı ve olayların her safhasında daima farklı seçenekler mümkündü” diyorsunuz. Ne olmalıydı?

Çok basit… Ermenilerin tıpkı bugünkü Kürtlerde olduğu gibi birtakım haklı sosyal ve politik talepleri vardı. Ya bu talepleri yerine getirirsiniz ki doğru olan budur ya da bu talepleri ülkenin birliği ve bütünlüğüne yönelik bir tehdit olarak algılarsınız.

İnkârcı felsefenin mantığını doğru kavramak gerekiyor. Türkiye’de Osmanlı’dan bu yana yöneticiler, özellikle 19. yüzyılın başıyla birlikte Hıristiyan toplulukların eşit ve eş değer biçimde bir arada yaşama taleplerini ülkenin birliğine ve bütünlüğüne yönelik bir tehdit olarak algıladılar. Ana problem, güvenlik tehdidi olarak görülen problemin nasıl ortadan kaldırılacağıdır. Güvenlik tehdidini iki türlü ortadan kaldırırsınız. Birincisi güvenlik tehdidi olarak gördüğünüz sosyal problemi çözmeye çalışırsınız, ikincisi de “kalıcı güvenlik” ararsınız. “Kalıcı güvenlik”, sorun çıkarttığını düşündüğünüz grubun tümden ortadan kaldırılmasıdır.

Çok ilginç bir benzetme yapayım size. Kalıcı güvenlik arayışını en yaygın kullananlar Nazilerdi. Bugünle yine bir paralellik kurarsam Türkiye’de devletin Kürt meselesine yaklaşımında kalıcı güvenlik arayışının potansiyel bir ihtimal olarak orada bulunduğunu söyleyebilirim. Demin siz de söylediniz. Evet, büyük devletler bu çatışmadan-sorundan faydalanarak hakikaten ortaya bir güvenlik sorununu çıkartabiliyorlar. Şöyle diyelim: Aslında Türk yöneticileri izledikleri politikalarla korktukları şeyi başlarına getirebilirler. Bu bir potansiyel ihtimaldir tabii ki…

‘HIRİSTİYANLAR İKİNCİ SINIF VATANDAŞ STATÜSÜNDEDİRLER’

Osmanlı’nın hakimiyeti altındaki milletlerin, halkların hürriyetlerinin teminat altına alındığı söylenir, resmi tarih bu yönde söz üretir. Müslüman-Türk hoşgörüsünden bahsedilir. Hıristiyanlar, Müslümanlardan ayrı olarak sosyal hayat içinde nasıl konumlandırılmışlardı? Hukuki eşitsizlikler nelerdi?

Bizde bir deyim vardır: Haddini bilmek! Haddini aşmayacaksın! 19. yüzyılda Ermenilere “millet-i sadıka” denirdi. Yani, “yerlerini-hadlerini” bilirlerdi. Türkiye’de kadınlara da bu söylenir, biliyorsunuz. Mutfaktan çıkmayacak, erkekle eşit haklar istemeye falan kalkarsa dayağı hak eder gibi…

Hıristiyanlara biçilen yer, ikinci sınıf vatandaş olmaktı. Korkunç bir örnek vereyim: 19. yüzyıl feodal toplumunda örneğin Kürt bölgelerinde Kürt ağaları, evlenen Ermenilerin ilk gece hakkına sahiplerdi. Onun ötesinde Ermeniler çifte vergi veriyordu. Bir devlete normal vergi veriyorlardı, bir de “Hafir” (veya hapir; kiafir) denen yöredeki Kürt feodal yöneticilerine vergi veriyorlardı yani vatandaş sayılmıyorlardı. Mahkemelerde ifadeleri kabul edilmiyordu. En iyi sayılan Hanifi hukukuna göre bile iki tane Hıristiyan bulacaksın ki, bir tane Müslüman’ın şahitliğine eşit olsun. Hukuki eşitsizlikler anlatılır gibi değil. Kıyaslarsak eğer Güney Afrika’daki ırkçı rejime benzer. Ermeniler, Hıristiyanlar, Süryaniler ikinci sınıf vatandaş statüsündedirler, o statülerini değiştirmek istemedikleri müddetçe sorun yok. Kürtlerin bugün her bakımdan Türklerle onurlu, eşit ve eş değer bir arada yaşamak istemeleri gibi.

‘AYDINLARDAN SONRA DİN ADAMLARI ÖLDÜRÜLDÜ’

İstanbul’daki 200 civarında aydınının tutuklanma tarihi olan 24 Nisan 1915, Ermeni Soykırımı’nın başlangıç tarihi olarak kabul edilir. 24 Nisan 1915’te ne oldu? Seçilen isimler nasıl isimlerdi? Niçin aydınlar?

24 Nisan’da sadece İstanbul’da değil tüm Anadolu sathında yerel düzeyde de Ermenilere önderlik edebileceklerini düşündükleri lokal önderleri toplayarak hapislere attılar. Ya işkencede ya idam ederek ya da kurşuna dizerek öldürdüler. Bu isimler Ermeni toplumuna önderlik yapabileceği düşünülen kesimlerdi. Bu aslında önemli bir husus, zannediyorum Nazilerin Yahudileri imhasıyla Ermenilerin imhası arasında en kategorik fark budur. Naziler 1940’a kadar Almanya’daki Yahudi entelektüellerin ülkeyi terk etmelerini veya zenginlerin, mali durumu kuvvetli olanların ve buna gücü yetenlerin terk etmelerine müsaade etti. En azından Yahudi aydınların, imkân bulanların Almanya’yı terk ettiğini söyleyebiliriz.

Aydınlardan sonra kime yönelindi?

Din adamlarına… Ermeni Soykırımı’nın pek bilinmeyen, yeteri kadar çalışılmamış bir veçhesi var. O veçhe 1915’in Eylül’ü ile birlikte Suriye’de başlar. İnsanların konuyu anlaması için dönemin Suriye’sini bir çöp tenekesine -özür dileyerek bu ifadeyi kullanıyorum- benzetmeleri lazım. 1915 Nisan’ından sonra Anadolu, Ermenilerden boşaltıldığında Suriye deyim yerindeyse bir çöp tenekesi olarak kullanıldı. Oraya Ermeniler resmen döküldüler.

Tehcir edilen Ermenilerin Suriye’ye ulaşamayacağı da hesap ediliyordu. Fakat insan dirençli bir canlı ve oraya tahminlerinin üzerinde Ermeni ulaştı. Ermeni sayısına ilişkin kesin rakamlar elimizde yok. Raymond Kévorkian, Eylül itibari ile 800 bin rakamını verir. 1916 yılı Ocak ayına ait bir başka rakam 500 bindir. 1915 Eylül ile 1916 Ocak arasında kamplarda hastalık, açlık ve benzeri nedenlerden dolayı 10 binlerce insan ölmüştür. Bu nedenle bu iki rakamı da doğru kabul edebiliriz.

Suriye’ye sağ ulaşan bu insanlara ne yapılacağı büyük bir problem oldu. Sorunu kökten halletmek için, Anadolu’dan Ermenilerin boşaltılma işini organize eden Şükrü Kaya, Ağustos sonu ve Eylül başı itibariyle Suriye’ye gönderildi. Bilirsiniz, Şükrü Kaya, Cumhuriyet döneminde İçişleri Bakanı olmuştur. Suriye’de 1915 Kasım’ı ile birlikte ikinci evre dediğimiz bir plan hayata konur. Bu ikinci evrede hayata geçirilen plan, 1915, 24 Nisan’da İstanbul’da hayata geçirilen planın aynısıdır. İstanbul’da aydınları toplamışlardı, imha etmişlerdi. Suriye’de aydın yoktu, bir tek dini liderler vardı. Toplumun başı, kafası olarak görülebilecek dini liderler… O yüzden dini liderleri Münbiç denen bir kampta toplayıp daha sonra imha ettiler.

Ermenileri ilk önce “doğal koşullar” ile öldürmeye çalıştılar. Beceremedikleri noktada ve hızlanmaları gerektiğini düşündüklerinde 1916 Mart sonu itibari ile fiziki imhalara geçtiler. Bunu da zaten belgeleri ile gösteriyorum.

‘KAMPLARDAN HER GÜN YÜZLERCE ÖLÜ ÇIKARTILIYORDU’

Bahsettiğiniz kamplar mülteci kamplarını hatırlattı. Ermenilerin gönderildikleri kampların şartları nasıldı? O konuda bilgi var mı elimizde?

İki tane çok önemli kaynak var. Raymond Kévorkian’ın kitap diyemeyeceğim ansiklopedi gibi, bin sayfalık çalışması vardır. Orada konuya ilişkin epey bilgi vardır. İkincisi Khatchig Mouradian doğrudan kamplara ilişkin bir doktora çalışması yaptı ve İngilizce yayınlandı. Ümit ederim yakında Türkçe çıkar. Kamplar hakkında oradan sağ kurtulmuş Ermenilerin anlattıklarına dayanan çok ayrıntılı bilgiler verilir. Osmanlı belgeleri içinde de kamplar hakkında bilgiler var.

EN SON EKLENENLER