‘Nefret diline sahip olanların siyaset sahnesinden silinmesiyle toplum rahatlayacak’

Türkiye’deki nefret dili ile siyasetteki yerini ve topluma yansımasını değerlendiren ilahiyatçı yazar Nazif Ay, toplumun artık birbirine yakınlaşma ihtiyacı hissettiğini belirtti. Ay, “Yakın zamanda hem kültürlerin karşı taraflarca da kabul edilmesi ile hem siyasette bu dilin sahiplerinin demokratik yollarla bertaraf edilip siyaset sahnesinden silinmesi ile toplumun rahatlayacağına inanıyorum” dedi.

Nefret suçu; bir kişiye veya gruba karşı ırk, dil, din, cinsiyet ve cinsel yönelim gibi ön yargı doğurabilecek nedenlerden dolayı işlenen, genellikle şiddet içeren suçlardır.

Nefret suçu, insanlığa karşı işlenmiş olarak görülüyor ve uluslararası hukukta karşılığı var. Ancak günlük yaşamda özellikle inancı, kültürü, yaşam biçimi, dili vb. farklı olan toplum ve topluluklar nefret diline, baskısına ve saldırısına maruz kalıyor.

Türkiye’de geçmişten günümüze nefret saldırıları devam ederken, nefret dili siyasette karşılığını buluyor ve saldırıların beslendiği alan haline geliyor. Aleviler, Ermeniler, Kürtler, Romanlar, mülteciler, LGBTİ+’lar, iktidardan muhalefete, sokaktan meclise, törenlerden toplantılara kadar günlük siyasetin hedefi haline gelebiliyor.

Türkiye’de nefret dilinin siyasette yer bulmasını ve topluma yansımasını İlahiyatçı Yazar Nazif Ay’a sorduk.

“OSMANLIYI VAR EDEN ASIL GÜÇ BEKTAŞİ ÖĞRETİSİDİR”

PİRHA: Türkiye’de ayrımcı politikaların beslendiği bir tarihsel arka plan var mıdır?

NAZİF AY: Aslında İslam dünyasında pek çok kırılmalar yaşanmıştır ve İslam dünyası inanç grupları içerisinde büyük bir savaşın olduğunun farkına varılması gerekiyor. Zamanımızda da bu savaşın devam ettiğini görüyoruz. Esasında İslam dünyasında yapılan bu savaşın bir tarafında Hazreti Muhammed diğer tarafında Ebu Süfyan’ın olduğunu ve devamında Ali ile Muaviye’nin olduğunu ve Kerbela’da Hüseyin ile Yezit arasında olduğunun farkına varılması gerekiyor. Ebu Zer de bu savaşın bir tarafındaydı. Mekke’nin ve devamında İslam dünyasında saltanatı getiren anlayışın karşısında duran büyük bir sima olarak bizim ilk planda gördüğümüz şahıslardan. Bu çatışmalar, savaşlar halen İslam dünyasında bazen mezhepler üzerinden, bazen tarikatlar üzerinden yaşanıyor.

Tarihsel süreç içerisinde şunu da iyi bilmeliyiz. Osmanlıyı var eden asıl güç Orta Asya’dan akıp gelen Alperen ruhudur yani Bektaşi öğretisi, Ahmet Yesevi öğretisinin temsilcisi olan bir anlayıştır. Fakat ağırlıklı olarak daha sonra halifeliği de alan Yavuz Sultan Selim, Sünniliğe ağırlık veren, Sünni öğretiye, mantığa ağırlık veren bir kabulü, inanışı Osmanlı’nın içerisine yerleştirdi.

ASKERİ DÜZENDE BEKTAŞİ DÜZENİ AĞIRLIK KAZANDI

Ancak yine de her ne kadar saltanatta Sünni anlayış hâkim olsa da askeri düzende yeniçeride Bektaşi düzeninin ağırlık kazandığını ve tamamen egemen olduğunu bizler fark edebiliyoruz. Bu zamanımıza kadar gelmiştir. Her ne kadar Aleviliği, Bektaşi kültürünü öteleyen, bazen lanetleyen bir radikal Sünni anlayış olsa da toplumun içerisinde o Orta Asya kültürüne ait pek çok izler ve söyleyişler vardır. Zaten yazılı kültürde olduğu gibi türkülerimizde, şarkılarımızda bazen çocuk oyunlarında o köklerden gelen hem anlayış hem de geniş ve insanları içerisine alan sevecen kabulün bulunduğuna rahatça tanıklık edilebileceğini görebiliriz.
Daha doğrusu unutulmaması gereken nokta şu: Hristiyanlık ve Musevilikte mezhepler gerçekten dinden kaynaklanmıştır ama İslam dünyasında mezhepler siyasi anlayışlardan ve travmaların, acıların yaşandığı olaylardan kaynaklanmıştır. Önceleri Ali’nin taraftarı anlamında kullanılan Şia yani Ali’nin taraftarı olan grup kendilerine yapılan haksızlıklarla bir toplum oluşturmuştur. Kendi çevresinde bir dinamik oluşturmuştur. Onun karşısında olan anlayış da bir başka geleneği canlandırmış ve zamanımıza kadar aktarmıştır. Dolayısıyla tarihsel anlamda hem Şia’nın ve Türk toplumuna yansıyan tarafıyla Aleviliğin İslam dünyasında elbette arka planları vardır ama bu arka plan daha ziyade acılara dayanmaktadır.

“İNANÇ GRUBUNU YAŞATAN KARŞIT GRUPLARDIR”

-Günümüz siyasal ikliminde ayrımcılık içeren dilin topluma yansıması nasıl oluyor?

Bir halkı meydana getiren unsurlar vardır. Bu ders kitaplarında da devamlı şekilde aktarılır. Bu unsurlar, halkı hatta milleti millet yapan halkı da bir arada tutan ana unsurlardır. Halkın içerisinde çeşitli inanç gruplarının birbirlerini destekleyici daha doğrusu birbirlerine köstek, düşman olmayıp; bunu kabullenici bir tavır göstermesi gerekiyor.
Yani bir inanç grubunu yaşatan esasında karşıt görüşler, gruplardır. Bundan dolayı herkesin sivri dil kullanmaksızın ve radikal bir tavır almaksızın karşı tarafın dilini, anlayışını, mantığını, zihniyetini, tasavvurunu belki içselleştiremez; her zaman benimseyemez ama onun kabul edilmesi gerektiğine karar verebilir.
Yok, bu olmadığı takdirde yine üzülerek hatırlatmak isterim Sivas’taki Madımak faciasının meydana gelmesini engelleyemeyiz. Çorum ve Maraş katliamlarının ortaya çıkmasına engel olamayız ve toplumu bu ayrışma, bu yıkımlarla tamamen birbirine düşman kitleler yaratılacağını da bilmemiz gerektiğini ayrıca hatırlatmama bilmiyorum gerek var mı.

“TOPLUM ARTIK BİRBİRİNE YAKINLAŞMA İHTİYACI HİSSETMEYE BAŞLADI” 

-Alevi Kürt, Ermeni, Roman gibi kimliğe sahip siyasetçiler sosyal medyadan miting alanlarına (Kılıçdaroğlu örneğinde olduğu gibi) hedef haline getiriliyor. Toplum bu dile nasıl bakıyor? Bu dile karşı nasıl bir yol izlenmeli? 

Türk siyasi hayatında rol alan partilerin ve özellikle de İslamcı siyaset güden grupların oluşturduğu bir dil bundan 15-20 yıl öncesinde belki on yıl öncesine kadar gittiğimizde bir karşılığı vardır. Oy potansiyeli olarak da karşılığı vardı. Bir iltifat olarak da karşılığı vardı. Ama artık toplum bu tip söylemlerden bıktı.

Yani ayrımcı bir dille, mezhepçi, bazen tarikatlar, cemaatler üzerinden seslendirilen sloganların halkta ve bilhassa genç kuşak da bir karşılığı yok. Bunu partiler içerisinde kimi akil insanlar fark etti ama hala fark etmeyenler var. Bu fark etmeyen erk ya da yönetim birimi halen hakaret ve hatta küfürlerle lanetleyici, şeytanlaştırıcı ifadelerle bir takım inanç gruplarını bir köşeye atmak, sıkıştırmak istiyor.

Ne yapılabilir? Toplum artık birbirine yakınlaşma ihtiyacını hissetmeye başladı. Şu son dönemdeki ekonomik yıkımlar da belki bunda rol oynuyor ama halkın siyasi İslam’ın temsilcileri olarak görülen kişilerin söylemlerine artık dikkatle yaklaştığını görebiliyoruz.

Bundan dolayı ben endişe etmiyorum. Yani halkta bir kopuş yok. Halk Alevi-Sünni şeklinde bir ayrımı kendi içerisinde besleyemiyor. Çünkü bizim kılcal damarlarımızda bu yok. Toplumun ana unsurları en başta da söylediğim gibi Orta Asya’dan getirilen ahlak öğretisidir.

“NEFRET DİLİ SAHİPLERİNİN SİYASET SAHNESİNDEN SİLİNMESİYLE RAHATLAYACAĞIZ”

Dolayısıyla ben siyaset dilinin, bu ötekileştirici ayrımı hatta inanç terörüne götürücü dili kabul etmeyeceğini biliyorum. Ve yakın zamanda hem kültürlerin karşı taraflarca da kabul edilmesi ile hem siyasette bu dilin sahiplerinin demokratik yollarla bertaraf edilip siyaset sahnesinden silinmesi ile toplumun rahatlayacağına inanıyorum.

Yani siyasi İslamcıların çok fazla kullandığı bir argüman vardır. Hani “bizim tarafımızda olmazsanız bertaraf olursunuz” gibi bir ifade çok fazla kullanılır. Oysa onlara ayetle karşılık vereyim isterseniz? Siz diyor “Allah’a uyun, peygambere uyun, onun ahlakına uyun ve sizden olana uyun”. “Sizden olana uyun”u Sünni anlayış, “Sünni olanlara uyun” anlamında anlıyor.

Oysa toplumun hamurunu temsil eden bir anlayışı kabul edin ve ona göre tavrımızı geliştirin demektir bu. Bizim toplumumuzun hamurunda Alevi-Bektaşi anlayışı olduğundan dolayı bu anlayış aslında bir karşı tarafın sesi değil bizim, bizi biz yapan değerlerin sesidir.

Ben toplumun bölünmeyeceğine inanıyorum. Şimdiye kadar başarılı olunamadı, bundan sonra da başarılı olunamayacak ve belki siyasette bazıları kabul etmese de içine sindirmese de bir demokratik anlayışla bizden olan bir inancın, bir kabulün daha rahat ifade edilebileceği güzel bir döneme gireceğimize ben inanıyorum.

Barış KOP – Cebrail ARSLAN – Diren KESER / İSTANBUL

EN SON EKLENENLER