Oya gibi işlenmiş bir emektir Fatsa

Nurcan GÖKDEMİR

Türkiye’de devrimci mücadelenin mihenk taşlarından biri de kuşkusuz Fatsa deneyimidir. 1960’ların ortalarından başlayıp belediye başkanlığının kazanılma sürecine kadar ilerleyen mücadele, bugün bile her platformda ve her araçla anlatılıyor. Şu Fatsa’nın Yolları, 1970’lerin ortasından başlayıp 1980’e kadar yaşanan süreci anlatan bir belgesel. İlk gösterimleri Ankara ve İstanbul’da yapıldı. Biz de belgeseli gerçekleştiren Nurşen Bakır’la söyleştik. Fatsa neydi, neler yaşandı, neler hissettirdi ve bugünün mücadelesinde nerede duruyor sorularına yanıt aradık.

Büyükkayalı deneyiminin anlatıldığı Karık’tan sonra Fatsa geldi. Söyleşimize bu süreci anlatarak başlayalım isterseniz?

Kafamda sürekli Devrimci Yol hareketini, tarihini, deneyimlerini anlatmak vardı. Birlikte çalıştığım gençlerle de bunu çok konuştuk. Devrimci Yol’un direniş komitelerinin başarıyla hayata geçirildiği bir köy olan Büyükkayalı’yı bilmiyorduk. Bizi oraya Oğuzhan Müftüoğlu yönlendirdi. Uşak’ın Büyükkayalı köyünde yaşananları, oradaki direniş komiteleri deneyimini anlattığımız Karık böyle ortaya çıktı.

Bundan yaklaşık iki buçuk, üç yıl önce arkadaşlar, “Fatsa’yı da anlatan bir çalışma yapsak, orada tam olarak ne oldu, orayı, ruhunu anlatsak” istediler. Konuştuk ve işe koyulduk. Çok zor bir iş oldu. Sadece bütçe ve teknik imkânlar değil, konunun zorluğu, insanların yaşadıkları… Üzerinden 30-40 yıl geçmiş. Büyük travmaların yaşandığı o döneme dair bir şeylerin hâlâ yazılıp çizilmesinin istenmediği bir atmosferdeyiz. O baskı koşullarının değişmediğini çalışmanın her aşamasında hissettim. Hem röportajları yaparken hissettim hem de çekim esnasında dolaylı ve direkt olarak hissettim.

En çok nerede zorlandınız?

Birçok açıdan zordu. Arkadaşlarımız çok yardımcı oldular ama çok insan da konuşmak istemedi. İsteyenler içten ve güzel anlattılar. Buna rağmen anlatılamayan çok şey var, anlatılabileceğini de sanmıyorum. Tüm bu süreçte bir sinemacı olarak hissedip düşünerek analiz ettim. Olayları nasıl yansıtacağım, oradaki dünyaya nasıl yaklaşacağım konusunda titizlenerek çalıştım. Araya pandeminin girmesi şartları daha da zorlaştırdı.

Ben, bu belgeseli düşünene kadar Fatsa’ya gitmemiştim. Gittiğimde gerçekten çok şaşırdım. Başka bir şey düşünüyordum. Beni özellikle doğası çok şaşırttı. Bana biraz Peru’yu anımsattı. Deniz var, dağlar hemen başlıyor. Uzakta bir köy. Dağınık bir yerleşim. O bölgede neredeyse hiçbir şey kolay değil.

Tüm bu örgütlenmenin yürüyerek yapılması beni çok etkiledi. Bunun filmin içinde olması gerektiğini düşündüm. Bir köydesiniz, ‘şuraya gidiyorduk’ diyor. O kadar yakın değil, iniyorsunuz çıkıyorsunuz araya 30-40 kilometre giriyor. O insanlar mitinge, toplantılara gitmişler. Gece karanlıkta, çalı çırpı içinde, tehlikeleri göze alarak her yere yürüyerek yetişmişler. Bu beni çok etkiledi, filmin ruhunu da etkiledi.

Fatsalılarla kırk yıl öncesini konuştunuz, onlar size anlattı. Bugün nasıl bir ilçeyle karşılaştınız?

Orada insanlar düzene direnerek yeni bir şey yaratmış. Fatsa’da direnmenin tortusu da bıraktığı hüzün de var. Biraz iteleseniz o heyecan tekrar canlanacak gibi bir umut da var. Yaşanılan acıların anlatılmasını istemedim. Oralara girdiğiniz zaman güzellikleri, iyilikleri anlatamıyorsunuz. Mümkün olduğunca o anlatılara girmemek, o ruh haline sokmamak, o hüzünden uzaklaştırmak için gayret ettim. Acılara, ölümlere girdiğinizde iyi olan güzel olan şeyler de unutuluyor. Bütün her şeyi, yapılmak isteneni, hafızayı, insanın kimyasını etkiliyor. Mümkün olduğunca röportajlar öncesinde arkadaşlarla konuştum. Daha çok 1980 öncesini anlatmalarını istedim. Günlük hayatınız nasıldı, güzel olan neydi, ne yaptınız, nasıl yaptınız? Bu önemli bir olay, nasıl gerçekleştiğini ancak bunu sadece yaşayanlar, yapanlar anlatır. Biz daha sonra yorum yapabiliriz ama onu birinci ağızdan duymak ve çok geç olmadan duymak gerekiyor. Biliyorsunuz 40 yıl önce yaşanan bir süreç ve arkadaşlarımızı, yoldaşlarımızı o dönemin yaratıcılarını kaybediyoruz. Onlar anlatsın istedim. Çok da iyi oldu. Fatsa’yı bize anlatanlar bugün 60’lı yaşlarda. Ve biz onlardan 20’li yaşlarında yaşadıkları 3 yılı anlatmalarını istiyoruz. Dolayısıyla sonradan yaşanılan ağır süreç düşünüldüğünde oradaki üç yılın ayrıntılarını unutmaları çok normal. Çok da düşünmemişler o günleri, hatta önemsememişler. “Gittik geldik, anlattık yaptık işte” diyorlar. Günlük hayatın detaylarını pek hatırlamıyorlar veya anlatılmaya değer bir şey değilmiş gibi davranıyorlar. Daha sonra yaşadıkları çok ağır olduğu için, belki umdukları gibi sonuçlanmadığından…

Örneğin bir kadın arkadaşımız “Komün kurduk” diyor. Bizimle çalışmaya katılan bir genç vardı, “Hocam bu devirde değil köyde, şehirde bile konuşamıyoruz biz bunu. Burada komün hayatından bahsediliyor” diyor. Bugün Paris Komünü’nden bahseden yüzlerce kitap var nerdeyse. Orada çok güçlü deneyimler yaşandı ama o deneyimler anlatılamıyor. Özgüvenle, ne istediğini bilen insanların yarattığı bir deneyim. Belgeselde bir sahne var, göreceksiniz. İki arkadaşla röportaj yapıyoruz. Dik bir yokuştayız, “Konuşalım” dedi arkadaşlar. Ben kamerayı zor tutuyorum, onlar öyle çok rahat … O doğada var olmaya çok alışkın insanlar. İnsan bu doğayla baş etmeyi, onun içinde örgütlenmeyi öğrendiyse insana bir güven geliyor tabii.

Belgeselin diğer bir zorluğu da arşiv görüntüleri olmalı. Bu zorluğu nasıl aştınız?

Evet öyle. Ama yine de şanslıydık. Fotoğraf istedim, fotoğrafları yaktıklarını söylediler. Her şey kendi aleyhlerinde kullanılacak bir delil olacağı için çoğunlukla imha edilmiş. Bir kısmına el konulmuş. Görsel hafızası yok edilmiş bir topluluk. O dönem genellikle böyle ancak yine de bulduklarımızı değerlendirmeye çalıştık. Zamanında örgütlü yapı bunu düşünmüş ve bu belgelerin oluşması için arkadaşlar özel olarak görevlendirilmiş. Onlara filmler verilmiş. Onların bir kısmı muhafaza edilememiş ama bir kısmı da elimize geldi türlü zorluklarla da olsa da.

Belgesel bitti ve ilk iki gösterimi yapıldı. ‘Şu Fatsa’nın Yolları’ amacına ulaştı diyebilir miyiz?

Çok klişe olacak ama tarihimizi anlatmamız gerekiyor. Bunu anlatırken ‘ben şöyle ezildim, böyle oldum, çok acı çektim’ üzerinden olmaz. Biz bu düzeni değiştirmek istedik. Belki çok gençtik ama bu değişimin bir parçası olmak istedik, olduk da. O yüzden tarihimizi anlatmamız gerekiyor. Tüm bu devrimci mücadele tarihinin üstü örtülmeye çalışılıyor. Bu tarihi anlattığınız zaman ‘aa iyi ki anlattın, gel seni televizyonlarda gösterelim’ gibi bir şey olmayacak. Bunları hiçbir beklentimiz olmadan yapmamız gerekiyor. Bugünkü mücadelemizin devam edebilmesinin anahtarlarından biri de bu. Bizim bir tarihimiz var. Tüm dünyadaki devrimcilerin bir tarihi var. Hem bunu devam ettirebilmek hem de geçmişimize bakıp bir şeyler öğrenip, bugünün mücadelesi için de anlamlı sonuçlar üretmek mümkün.

Tarihimizi anlatırken o yüzden çok dikkat etmemiz gerekiyor. Nesnellik, objektif olma adına çok acayip şeyler yapılıyor. Bizim tarafımız belli. Önce bir onu anlatalım. Biz devrimciler ne yaptık, onları bir anlayalım. Ondan sonra ne oldu, ne olmadı, ne yapılabilirdi onlara gidilebilir. Bu bir kişinin tarihi değil. Birçok insanı, bu uğurda hayallerini, ideallerini yaşamını yitirmiş bir dolu insanı anlatmamız gerekiyor. Bir şeyleri anlatırken sadece kendi adımıza bir şey anlatmak doğru değil.

Sizin de altını çizdiğiniz ‘anlatıyı ortaklaştırma’ hassasiyeti belgeselde nasıl var oldu?

Onun çok üstüne düşündüm çünkü çok arkadaşımızı kaybettik. Sadece ölmediler, birçok süreçlerden geçtiler. Belgeselde olanlar temsili oradalar. Onlar da güzel anlattılar. Kendilerini anlatır gibi değil. Sübjektiflikten uzak, birlikte yapılanları, her türlü soruna cevap üreten örgütlenmeler nasıl gelişti, bunu anlatmak istedik. Görüntülerin üzerine ses koyma fikri öyle oldu. O görüntüler bence çok mühimdi. Onlar bir belge. Aralarında daha önce başka filmlerde kullanılan görüntüler de var. Dolgu malzemesi olacak görüntüler değil onlar. Gerçekten belge. Ona özen gösterdim. Onun için biraz yavaşlatıp görülebilmesine imkân sağladım.

Hazırlık aşamasında söyleşilerden sonra hepimizin aklında olan “Neden sadece Fatsa’da başarıldı?” sorusuna yanıt verebildiniz mi?

Her şeyden önce sadece Fatsa’da yaşanmadı. Gördüğüm ve anladığım şey şu ki; belediye seçimlerinin alınması sadece bir sonuç. O dönemde görev başındayken belediye başkanı öldü ve ara seçim yapılma kararı alındı. Arkadaşlar girip girmemeyi tartışmışlar. Uzun tartışmalar sonucunda seçime girilmiş. Ama o ana kadar Fatsa’da çok şey başarılmış. Tabii ki belediyenin kazanılmasıyla yapılanların anlatılması, bu anlatılan birçok şeyin somutlanması ve görünür kılınması açısından önemli olmuş. Belediyeleşme süreci de çok zor olmuş aynı zamanda ama başarmışlar evet. Sürdürülebilmesiyle güven duygusu oluşmuş. Belediye başkanlığı kazanılmadan da birçok iş, komitelerle yapılıyordu. Sadece Fatsa’da değil. Ankara’da Tuzluçayır, Şavşat işte Büyükkayalı benzer onlarca örnek var.

Zamanlama ile alakalı. Başka yerde de olurdu belki ama denk gelmedi. Zaten olma yolundaymış. 12 Eylül Darbesi boşuna olmuş değil. Gerçekten olabilirdi başka yerlerde de.

Fatsa’nın bir geçmişi olması, 1968’lerden beri mücadele içinde olan Fikri Sönmez ve arkadaşlarının varlığı, bunların hepsinin alta alta gelmesi ne kadar etkili oldu?

Evet tabii. Mahir’in oraya gitmesi, THKP-C süreci, Ertan Saruhan’ın oradan olması gibi nedenler var. Kızıldere’de öldürülenlerden üç kişinin Fatsalı olması… Tüm bunların bölgede devrimci bir ruhun oluşmasında önemli bir payı var. Belgeselde buna biraz değinmeye çalışıldı. O dönem Türkiye’nin her yerinde de gelişen devrimci bir mücadele vardı. Bu mücadelenin Kızıldere sonrası “kendini yenileyerek devamı” Fatsa’ya bu nedenlerden dolayı daha fazla yansımış olabilir. Sonrasında tüm ülkeyle birlikte yaşananlar var. Bazen bir bölgede bir şey olur. Ona bakıp birçok yerde de bir anda olur her şey. Tarihte de böyledir. Mesela yazının aynı anda birçok coğrafyada çıkması gibi. Fatsa’da da öyle bir kimya oluşmuş. Çok büyük analizler yapılabilir ama benim düşündüğüm bu. Fatsa’da her şey çok zor ve meşakkatli olmuş. Ama biraz daha zaman olsa Türkiye’nin birçok yerinde olurdu ve oralarda bu kadar da zor olmazdı. Çok ciddi bir emek var ortada. Sadece belediye dönemiyle anlatılamayacak kadar büyük bir emek.

O yüzden Şu Fatsa’nın Yolları belgeselinde sadece belediye başkanlığı sürecini değil, tüm bir mücadeleyi anlatmaya çalıştık. Bu anlamıyla Fikri Sönmez de sadece belediye başkanı olarak değerlendirilmemeli. Fikri Sönmez müthiş bir insanmış. THKP-C sürecinden gelen biri. Gençler orada yeni yeni devrimci olmaya başlarken o hapisten çıkmış. Mahirlerle yakın olan, 72 öncesi o bölgeye giden herkes Fikri Sönmez’in yanına gitmiş önce. Orada önemli ve tarihi bir figür olarak var. Herkesin ortaklaştığı gibi ahlaklı, düzgün, hakkaniyetli, kendini çok iyi ifade eden, komplike bir düşünceyi halkın diline tercüme edip onların anlamasını sağlayabilen bir insan. Aynı özelliklere sahip başka insanlar da var. Şehittin Tırınç diye bir arkadaşımız. Köyleri örgütleyen belgeselde de adı geçen bir arkadaşımız. Tam bir halk lideri. Çok fazla isim var ve belli ki bu yüzden Fatsa oldu.

Bugüne kadar çok anlatılmayan konuları da işlemeye çalıştık. Fatsa’da altı çizilmesi gereken, üzerine düşünülmesi gereken en önemli konulardan biri yaratılan kadın örgütlenmesinin varlığı. Büyük bir kadın örgütlenmesi var. Diğer belgesellerde çok eksik kalmış bir yandı. Bu anlamıyla kadın arkadaşlardan pozitif yorumlar geldi. Oraya gittiğimde kadın arkadaşlara nasıl ulaşabilirim diye uğraştım. Bir kısmı aile kurmuş, konuşmak istemeyenler oldu. Konuşanlar da çok güzel, çok bilinçli anlattılar kendi mücadelelerini. Ve nasıl bir yol izlediklerini… Kadınların ne kadar büyük katkıları olduğunu anlattılar. Bizim kuşağımız, bizden önceki kuşak, devrimci hareketin içinde çok yoğun bir şekilde yer aldı kadınlar. Düzenin, sağcıların kadına nasıl davrandığını gördüler. Buna karşı devrimci mücadelenin içinde kadını özgürleştirmek için her anlamda çok uğraştılar. Belgeselde de zaten anlatıyorlar. O bölgeye gitmiş/gönderilmiş çok devrimci militan arkadaşımız var. Aynur gibi, Gülin gibi… Bu anlamıyla da çok özel bir mücadele deneyimi.

Belgeseli Fatsalılarla da birlikte izlediniz. Belgeseli nasıl değerlendirdiler?

Nazik insanlar, çok beğendiklerini söylediler. Fatsa’nın sadece bir belediyeden ibaret olmadığını, orada örgütlü bir çalışmanın, bir emeğin olduğunu göstermesi açısından çok önemli olduğunu söylediler. Aynur Tandoğan, “Dantel gibi işlenmiş bir emek vardı!” diyor. Bu benim için çok önemli bir laf. Onun ifade edilebildiğini düşünüyorlar. Tabii ki o benim için mühim. Biz her şeyi anlatamayız bu bir film, bir mücadelenin filmi, gerçeklerle birebir olması mümkün değil ama olmayan bir şeyi de anlatmadık.

Siz neler hissetiniz? Hem belgeseli gerçekleştiren bir sanatçı hem de bir devrimci olarak.

Benim en çok endişe duyduğum şey, ‘hakkını verebilecek miyim’ korkusu. Bu kadar büyük, acılarla, güzelliklerle dolu bir mücadeleyi anlatabilecek miyim kaygısı oluyor insanda. Ben bir şey çıktığını, güzel bir şey çıktığını düşünüyorum. Arkadaşların anlatmaları bile yeter, benim bir şey yapmam gerekmeyebilirdi belki ama ben estetik kaygısı olan bir insanım, sinemacıyım. O gözle de sunmaya çalıştım.

Yeni kuşaklar bu mücadeleyi öğrenmeliler. Bu mühim bir şey genç kuşaklar için. Tarih bizimle başlamıyor, onlarla da başlamıyor. Devrimci tarihin anlatılması onların kendini yalnız hissetmesinin önüne geçebilir. Önlerinde çok zor bir süreç var. Umuyorum onlara da yardımcı olur, umut, onlarla dayanışma olsun isterim. Sadece bizim kuşağımızı değil onları da düşünerek bu belgeseli yaptım.

EN SON EKLENENLER