Yoksulluklarımız yoksunluğa dönüşmeden!

Mutluluk yoksunluktan değil fazlalıktan kaynaklanıyor der Bezuhov, Tolstoy’un Savaş ve Barış’ında. Yoksun olunan şeyler ile kastedilen şüphesiz maddi hususlar, Tolstoy’un Hristiyanlıkla anarşizm arasındaki git gelli ivmesi düşünülürse (yaşadığı anlam kavgasına böyle bir formül bulmak istemiş olabilir)… Yoksa öteki türlü manevi anlamda yoksun olduklarımızın adresine eklenecek her çizgi ömür törpüsü olur, durup düzeltir diye değil, kısaltmak için yaşam cenderesini hem de. Kemik ve et yığınından ibaret olmadığımızı hatırlatan ve bizi metafiziğin varlığına inandıran manevi yanımız, kimlik ve benlik olgusunu görünür kıldıran yetilerimiz, duygu, düşünce dünyamızı yoksun kılınca, yoksullaşıyoruz değil mi? Evrensel ahlakın heybesinden çala çala boşaltıyoruz birikenleri. Sonrasında kişi başına düşen ahlak miktarı eksiliyor, bozunmaya uğramış radyoaktif maddeler gibi ekolojik dengeye çelme atıyoruz.

Son dönemlerde gençlik arasında, uyuşturucu kullanıma eşgüdümlü ve yaygın olarak kullanılan ‘madde yoksunluğuna’ bağlı kriz ve ölüm hallerinin topluma yansımaları ‘manevi yoksunluğa’ bağlı şeklinde gelişiyor. Kriz eşiğinde sürdürülen kişilikler, kredi notlarına bağlı yaşamsal enflasyonlar ha bire düşüş halinde. Oylamaları yuhalamaların kapısına komşu kılan, süslü camekanların ardından baktırılmaya çalışılan özentili bir toplumsal mekanizma harekete geçiliyor.

Madde ile mananın buluştuğu alanları daraltarak ya aşırı maddeci ya da aşırı metafizik resimler çiziyoruz bu mekanizmanın içinde. Kapitalist vurguların sıkça yer kapladığı bu resimde, göze çarpan husus maddeye ait tonlar oluyor. Kârın bireyselleşmesi ve toplumsal arın ötelenmesi ile insanlık onmaz yaralar alıyor.

Güdük kalmaya meyil insanlar bir kaba gürültüden başka ses çıkarmaz ki. Camekanları süsleyen cansız mankenleri görünce maddi ve suni bağımlılıklara müptela insanlar geliyor aklıma. İki resim arasındaki farkı bulmak için çok da alim olmaya gerek yok.

Yaşamayı ve yaşamayı yaşanır kılası kocaman bir evreni maddi olan ile nasıl açıklarız? Manevi olanın evinin kolonlarını sağlam kılmazsak başımıza yıkılmaz mı kurduğumuz dünyadan içeri dünyalarımız?

Özünden sıyrılan maddi dünya gibi manevi yanımızda hemen sol yanımızda atan vicdan ve yürek sarmalımız giderek aşınmaya uğrar. Dolayısıyla metalaşan insan, kendi dünyasını ve yaşamı ötekileştirir.

Toplumun kendilik değerlerine yabancılaşması ise başlı başına bir köksüzleşme anıdır. Bu köksüz merdivende ayak atılan her basamak çatlar ve tepetaklak bir gidişat başlar. Özsuyunu alamayan köksüz ağaçtan meyve vermesi beklenemez, ancak bir ateşe yakacak olur en kurusundan.

Ötekilik o çok bahsi olunan nükleer silahlarda daha tehlikeli bir durum kanımca, öldürücü etkisinin dozajı çok daha yüksek. Kendilik- benlik değerlerine yabancı ve uzak kılınarak başlayan bir hastalık hali. Eskilerin ince hastalık diye tabir ettiği tüberkülozun ruha seyretmesi. Ağır ağır enjekte ettiriliyor insansoyunun damarlarına. Yanı başında yanan canları, vurulan dağları ve ipe asılan bir hiç hükmünde olan yasaları görmezden gelme, hissizlik, doyumsuzluk gibi belirtileri gösteriyor, dozaj artırımında yan etkileri özlüğün sulu yaralarla kaplanması oluyor. Ulus Baker Hoca’nın dediği ‘benden önce de olan ve benim bedenimde taşımak için doğduğum yaralarım’ kapanmıyor zaman olgusu da üstüne çöreklenince. Yan etkilerde başvurulacak doktor, üstü yara kaplayan özü arayış oluyor.

Musa’nın asası olsa boş, bu kuruluğa can veremez. Kutsal bir hal hasıl olsa belki ama o kutsal dedikleri yan da maneviyattan değil mi? Güçlü tutma o yanı çalınan oyların, bataklıkta verilen boyların sıradanlığında ve soysuzca bir ruh dünyası yaratılmaya çalışılıyor.

Ruh ölünce beden biraz damar biraz et, kemik yığınına eviriliyorsun, hangi kasabın bıçağına denk gelip, servis edilip iştahlı aç bir güruhun karnını doldurursan artık.

Yoksunluk bir tehdit unsuru olarak kafalarımızın üzerinde sallanıp durmasın diye yoksulluklarımızı zengin kılmak gerekiyor. Sol yana dönüp yaşadım diyebilmek için!

UMUT ŞERZAN

EN SON EKLENENLER