Tiyatrocu Kemal Ulusoy: Özümüze döndük

Tiyatroya 25 yıl önce MKM’de başlayan Kemal Ulusoy, kayyumla resmi ideolojinin “yasakçı” zihniyetinin tekrardan canlandığını belirterek, kapatılan devasa merkezlere rağmen küçük mekanlarda daha fazla ürettiklerini söyledi. Ulusoy, MKM’nin ilk yıllarına işaret ederek, “Özümüze döndük” dedi.

Türkiye’de Kürtlerin sanatsal faaliyetlerinin kurumsallaştığı ilk mekan olma özelliğini taşıyan Mezopotamya Kültür Merkezi’nde -Navenda Çanda Mezopotamya- (MKM) kuruluşundan bu yana tiyatro oyunculuğunu yapan Kemal Ulusoy ile dünden bugüne Kürt tiyatrosunu konuştuk. İçinde yer aldığı Amed Şehir Tiyatrosu salonunda sorularımızı yanıtlayan Ulusoy, tüm duygusallığıyla geçmişte yaşadıklarını ve kayyumdan sonra başlattıkları yeni süreci anlattı.

* 1990’lı yıllarda yaşanan savaş ve göç ortamında Mezopotamya Kültür Merkezi kültürel asimilasyona karşı doğdu. MKM’nin içinde yer alan bir tiyatrocu olarak o süreçten söz eder misiniz?

1990’lı yıllar, savaş ve şiddetin arttığı, Kürtlerin baskı altında olduğu, sömürüldüğü, asimilasyona uğradığı, yok sayıldığı bir dönem. Kürdistan’ın dirilişi, uyanışı, kendi kültürel kimliğine kavuşmak için verilen bir mücadelenin devamı olarak bakılması gereken bir durumdur. Kültürel ve sanatsal soykırıma karşı da bir diriliş ve direniş dönemi başlıyor. Kültür sanat ayağının ilk kurumsal oluşum sürecidir MKM.

MKM, 1991 yılında İstanbul Tarlabaşı’nda açıldı. Hala o ismi telaffuz ederken, orayı tanımlarken o tabela gözümün önünden hiç gitmiyor “Mezopotamya Kültür Merkezi-Navenda Çanda Mezopotamya (NÇM)”.

Sarı, kırmızı ve yeşil renkleriyle 4 katlı bir binada, boydan boya asılı bir tabela, muhteşem bir görüntü ve hissiyat. O bir şekilde benim kafamda kocaman bir dünya –sadece İstanbul değil kocaman bir evrenin içinde- bir Kürdistan gibi geliyordu bana.

O fiziki mekândan İstiklal Caddesi’ne taşınma kararı verilmesine rağmen aylarca tartıştık. İstiklal başka Tarlabaşı başka. Arada bir cadde var, ama bu kadar başka bir dünyaya geçerken bile aylarca tartışmıştık; “Orada nasıl var olmalıyız? Halka nasıl ulaşmalıyız?” diye. Bunu şunun için söylüyorum o fiziki mekâna hala duygusal olarak bağım var. Oradan taşınmıştık ve ben hala gidip o boş binanın tüm mekanlarını (merdivenler, kütüphane, sahne, derslik, dergi yeri, mutfak… ) kayıt altına alıyordum. O tüm çalışılan mekanlara, Apê Musaların, İsmail Beşikçilerin, Feqi Hüseyin Sağnıçların başlangıç süreçlerinde bulunduğu yerlere dokunmak, çok duygulandırmıştı beni. Geçenlerde İstanbul’a gittiğimde o binayı tekrar görmek istedim ama maalesef Tarlabaşı’nın yeni yapılaşma projesi içinde orası da yıkılmıştı.

Kültür sanatta -Kuzey Kürdistan için diyorum- atılan adım muhteşem, doğru ve de stratejik. Bir aydınlanma süreci başlatılabilecek bir adım… Onlarca sanatçı yetişmiştir o kurumda. Hala sanat yapanlar var, artık yapmayanlar var, yaşayan-yaşamayan var, sanatsal çalışmalarını yürütürken gidip silahlı mücadelede şehit olmuş arkadaşlar var. Birçok anlamı var oranın. Orası müze olabilecek bir yerdi.

1992 yılında MKM Jiyana Nû Tiyatrosu’na (Yeni Yaşam Tiyatrosu) dahil oldum. O süreçlerde mevcut çalışmalar; halk oyunları, resim, tiyatro, müzik, sonra da dergi (Rewşen) çalışmaları, ilerleyen yıllar içerisinde de görsel sanatlar birimi oluşturuldu. Orada tiyatronun mekânı bodrum katta, 40-50 kişi alabilen bir yerdi. 2-3 metre kare kulisi olan bir yerdi. Çalışmalar, provalar, oyunlar, repertuvarlar derken zorlu ama bir o kadar anlamlı bir süreci geride bıraktık.

* O dönemde zor koşullar altında çalışan, sanat üretilen bir ortam var. O çalışmaların ruhunu anlatır mısınız?

Az önce sembolize edip küçük bir Kürdistan tanımlaması yaparken gerçekten nasıl Kürdistan’da özgür olmak hayal gibi, ulaşılması zor ise, orayı açmak bir o kadar anlamlı bir o kadar da riskliydi. Belki de “Burada muhteşem sanat yapacağız, muazzam sanatçılar çıkartacağız” iddiamız yoktu, ama orada var olmak bile bizim için muhteşem bir idealdi. Biz de yeni yeni sanatla buluşan insanlarız, hem kendimizi, hem kimliğimizi tanıyoruz hem de kültürel faaliyeti ilerletmeye çalışıyoruz. Bu durumda hem öğreniyoruz hem öğretiyoruz gibi oluyor. Kim ne yapabiliyorsa; eli kalem tutan yazmaya çalışıyor, tiyatro, sinema deneyimi olan bir şeyler katıyordu. Biz de var olan duygumuzla, şevkimizle içinde yer alıyorduk.

Bahsettiğimiz o küçük bir yeri doldurup oyun oynamak bizim için bugün 5 bin-10 bin kişinin izlemesi kadar büyük bir heyecan veriyordu. Hatırlıyorum küçük kuliste heyecanlanırdık, ‘Dolu mu?’ diye sorardık. Doldursan ayakta, bile alsan 50-60 kişi. Yurtseverlikle başlayan bir şey profesyonelliğe doğru götürme sorumluluğu yüklüyor insana.

* O dönem tiyatroya yapmak isteyen gençler sürece nasıl dahil oluyordu? Nasıl bir ruh haliyle katılıyorlardı?

Benim henüz dahil olmadığım süreçte, Mamoste Cemil’in yönettiği “Mışko” oyunu vardı. Onların anlatımlarıyla söylüyorum; pilav satanından inşaat işçisine, konfeksiyonda çalışana kadar farklı alanlardan insanların oluşturduğu bir ekip oynuyor. Tek tük liseli, üniversiteli gençler var. Gelenler, “Orada bir şey yaratılıyor. Onun içinde yer almak kadar onurlu bir şey yoktur” diyordur. Birçoğu o projeden sonra gidip kendi işini yaptı. Hala sürdürenler de var.

Bu süreç var olma, kendini tanıma sürecinde toplumu ajite etme, kısa oyunlar iken sonrasında daha sanatsal eserlere doğru evirildi, birçok şehirde MKM şubeleri açıldı.

* 1999 yerel seçimlerinde Kürt siyasal hareketinin kazandığı belediyelerin bünyesinde kültür sanat merkezleri açılmaya başlandı. Nasıl bir süreçti, Kürt tiyatrosuna ve sanatına katkısı ne oldu?

O sürecin artıları da eksileri de var. Hakkın olan ancak yasaklanan şeylere ulaşmak bir ruh gerektiriyor. Ancak biraz rahatlığa, daha iyi olanaklara kavuşma her gün böyle gidecekmiş gibi bir hal oluşturabiliyor. Ben yerel siyaset ile kültür sanatı birbirinden ayıramıyorum. Yerel yönetimlerde bir eksiklik olmasaydı sanatta da bir gelişim olurdu. Sanatta eksiklik olmasaydı siyasette de onun pozitif etkisi yansırdı.

Bazı belediyeler kültür sanatı önemsemezken, Van, Nusaybin, Viranşehir gibi kentlerde devasa mekânlar açıldı. Mekânlara ulaşmak kadar bunları nasıl işlettiğin önemli. Biz yokluktan bir mekânımız olmasını hayal ederken kurumlarımız oldu, içleri boşaldı.

Buradan bakınca –çok objektif olmayabilir- üretimi en fazla Diyarbakır Büyükşehir Tiyatrosu yaptı. Bugün için demiyorum, kayyum öncesi için diyorum. Şehir tiyatrosu belirleyici adımlar attı, bu üretime, sanatçı yetiştirilmesine, dile ve oyunların estetikliğine yansıdı. Bu bir mücadeleyle oldu.

Kayyum sonrası bu kadar boşlukta kaldığımıza göre; orada dururken geleceğimizi görememişiz, alternatiflerimizi yaratmamışız, halkla buluşmamışız, kurumlarımızla iletişimimiz iyi değilmiş.

Reklamını birebir yapmamışsın, billboardlarda, raketlerde yapılıyor zaten o iş. Ürettiklerimizi reddetmiyorum ama halka gitme ihtiyacı duymamışız. Orada hafif bir marjinalleşme oluyor, biraz rehavete kapılıyoruz. Kültür sanat merkezlerimizi dolduramadık, Viranşehir’i doldurduk mu? Bir kısmımız Viranşehir’e, bir kısmımız Van’a gidebilirdi. Sadece Diyarbakır’la sınırlı kaldık. Bugün nasıl burada alternatif sanatı var ettiysek, Nusaybin’de de var edebilirdik.

Biz de o bodrumdan başka bir bodruma döndük. Resmi ideolojinin bize reva gördüğü budur; “Siz yasaklısınız” demeye çalışıyor. Biz de var olduğumuzu ispatlamayı bırakırsak bu iş biter. Hayalimizi de bırakırsak bittik demektir.

* Tam olarak sizin bıraktığınız yerden devam edeyim. Çok büyük salonlardan, fuayelerden, kafeteryası ve gişe çalışanları olan bir salondan oyuncuların günlük nöbetleşe açtığı, çayını demlediği, biletini sattığı bir mekana geri dönüldü. Yeniden bu şekilde tiyatro yapmak size ne hissettiriyor?

Bir şeye müdahale etmemenin üzüntüsü, özeleştirisi var. Bir kere bu şehrin seçilmişleri, halkın seçtiği, kendimizin de sorumluluğu altında olduğu eşbaşkanlar şu an içeride. Bunun yerine adaletsizce bir kayyum geliyor. Bu başkanlığı ona Ankara’daki başkan bahşetmiştir. O kayyum resmi olabilir ama meşru değildir.

Dediğiniz gibi tam teçhizatlı olan bir yer ve bir ileri adımı olan devasa kongre merkezi gitti. Gasp ile elden giden yerler büyük bir acı veriyor ancak bunu kadermiş deyip de çekilmektense küçük yerler de olsa var olmak gerekir demek başka bir ruh veriyor.

Şu an MKM süreçlerini yaşıyorum. Gelip sırayla kurumun temizliğinden tutun da gelenlerle ilgilenmeye kadar her şeyden sorumlusun. Bu ruh insana daha fazla dayanışma ruhu getiriyor, pekiştiriyor, özgüven veriyor. Bir taraftan üzülüyorum ama hiç hayıflanmıyorum. Bin 700 kişilik salon varsın boş kalsın buradaki 82 kişilik salon oradan daha anlamlı. Bu bir umut kaynağıdır, bu bir coşkudur, üretim içinde önemli bir etkendir. Daha fazla üretiyoruz, daha mobiliz, daha fazla sorumluluk sahibiyiz. Geçmişte herkes kendinden sorumluydu. Böylesi bir yerde kolektif bakabilme ruhu oluyor. Zaten yapmak istediğimiz şey de bu değil mi? Biraz özümüze döndük.

* Bir taraftan atölyeleriniz devam ediyor bir taraftan düzenlediğiniz etkinliklere yoğun ilgi var. Bir mekana bakıp yanıtlamak objektif değildir ama buradan baktığınızda Kürtlerin tiyatro ile kurduğu bağı nasıl görüyorsunuz?

Birçok yerde teknoloji geliştikçe tiyatroya ilgi azalıyor. Bir mekâna gitmektense her şey ayağına geliyor. Artık sinemaya bile pek gidilmiyor. Hele özentili toplumlarda her şeyin başında telefon ve televizyon geliyor. Toplumsal ve kurumsal bir destek olmadan bir tiyatronun ayakta durması çok zor.

Buna rağmen izleyicisi azalmayan, istikrarlı bir şekilde artan bir kenttir Diyarbakır. Bu bizim için çok büyük bir avantaj. Bu bizim tiyatronun varlığıyla alakalı değil. Daha birçok yönden analiz etmek gerekiyor ama bence bizim toplumun dinamik halinden kaynaklanıyor. Demokratik hak olarak baktığı sanatını da takip ediyor.

* Şu an hazırlığını yaptığınız tek kişilik bir oyun var. Bunun ayrıntılarını paylaşabilir misiniz?

İlk oyunu önümüzdeki ay ortasında sahneleyeceğim. Toplumsal olayları biraz tiye alan bir oyun. Taklide de meddahlığa da benziyor. Hatta canlandırırken de teksti seyirciyle birlikte oluşacak. Oyunlarımın isimlerini sonlara bırakıyorum genelde; aklımdan geçen isimler var ama henüz belirlemedim.

* Oyunculuğunuzun üzerinden 25 yıl geçti, ilk heyecanı hala taşıyanlardan mısınız?

Oynadığım oyunlarda keyif almak istiyorum. Sizinle paylaşırken bile sanki izleyici ile birlikte oynuyormuşum gibi hissediyorum. Bir şeyi yapmak, sadece yapmak değildir. Yaşayarak, hissederek oynamaktır. Yaşamaya çalışıyorum. Fiziksel mekânların bile bende duygusal bir bağı var. İstanbul Tarlabaşı’ndaki o mekan, sandalyeler, masalar, koltuklar, koku, oranın hissiyatı, gelen izleyicinin duygusu… Hala bir heyecan varsa bende, o da geçmişi sıcak tutmamla ilgilidir.

Dicle Müftüoğlu – dihaber

EN SON EKLENENLER