Korku imparatorluğu şimdi zavallı halde

Yeşil Sol Parti Ankara Milletvekili adayı Emirali Türkmen ile sokağı ve yeni dönemin imkanlarını konuştuk: İtiraz etme, protesto etme, basın açıklaması yapma, kendi fikrini söyleme, çöpün bile yerinden kaldırılmasına izin verilmeyen bir toplumsal hayatla karşı karşıyayız. ‘Gecenin en zifiri hali, aynı zamanda şafağın en yakınlaştığı an’ deriz. Bence şu an öyle bir andayız

Nezahat Doğan

Seçimlere sayılı günler kaldı… Cumhuriyetin ikinci yüzyılında demokratik cumhuriyet fikriyatı yeni bir değişim, dönüşüm sürecinden ve parlamenter sistemin yeniden inşasından geçiyor. Demokratik Cumhuriyet, elbette 22 yıllık düzenin devlet kurumları içerisinde oluşturduğu yapının revize edilmesiyle değil, yeniden inşasıyla gerçekleşebilir. Bu inşa sürecinde çoğunluğun azınlığa tahakkümünün yerine, azınlığın haklarının yer aldığı bir çoğulcu temsiliyetin varlığı büyük önem kazanıyor.

Toplumda çok kimlikli, çok kültürlü, çok inançlı, bütün farklılıkların kendi meşruluğunu inşa edecek bir toplumsal düzenin gerekli olduğu konusunda önemli bir ortaklık oluşmuş durumda görünüyor. Dillerin, inançları, kimliklerin ortaklaştığı yerin merkezine de HDP yani Yeşil Sol Parti ve siyaseti oturuyor.
Toplumun temel meselesi artık tekçi rejimin gitmesi üzerine… Uzun yıllar yayıncılık, editörlük, gazetecilik yapan Emirali Türkmen bu konudaki gözlemini, “Ankara sokaklarında, seçim kampanyalarında hiç bu kadar güçlü ‘yeter artık bu rejim gitmelidir, bu iktidar gitmelidir, yeter,’ duygusunu görmemiştim. Bu seçim süreçlerinde HDP’ye gönül verenler kadar HDP’den hoşlanmayan ve milliyetçi duyguları olan yurttaşlar da aynı tepkilerini gösteriyor. Önceki süreçte sokaktaki temasımızda bu tepkilerle karşılaşmadık,” diyerek aktarıyor.

Yeşil Sol Parti Ankara Milletvekili adayı Emirali Türkmen ile sokağı, siyaset dilini ve demokratik cumhuriyetin temellerinin nasıl atılacağını konuştuk.

  • Yayıncılık ve yazarlıktan sonra siyasete adım atma hali beklediğiniz ve istediğiniz bir şey miydi? Süreç ve dönem olarak düşündüğünüz bir yer miydi siyaset ve Yeşil Sol Parti?

Doğrusu ben siyasetin dışında birisi değildim. Ömrümün önemli bir bölümünü devrimci mücadeleye ayırmış biriyim. Yayıncılık ve editörlük benim mesleğim ve o işi yapmaktan büyük bir keyif alıyordum. Benim de hayatımın bir döneminde sizin gibi gazeteciliğe başlayıp, yayıncılık ve editörlüğe geçmiş bir hayat hikâyem var. Ama uzun bir süre insan hakları hareketinin içerisinde; İHD ve İnsan Hakları Vakfı’nda çalıştım. Bir taraftan da sosyalist fikirleri savunan birisisiyim ve sosyalist hareketlerin içinde kimi birleşmelerde deneyimlere dâhil oldum. Önce HDK sürecinde oldum, sonra HDP sürecine girdim. Ben daha çok mutfakta çalışmayı sevenlerdendim. Seçim bildirgesi yazılacak, seçim kampanya metinleri yazılacak. 7 Haziran’da da HDP’nin seçim kampanyasının koordinasyonunu yürütmüştüm. Bizim partide bilindiği gibi iki dönem diye bir kural var. Bundan dolayı dönem dönem parti meclisine girdim, dönem dönem dışında kaldım. Bu dönemdeyse, özellikle birçok arkadaşımızın cezaevinde olması, birçok arkadaşımızın da yurtdışına çıkmak zorunda kalması nedeniyle sanırım görünür işlere dâhil oldum. Son kongrede Merkez Yürütme Kurulu’na girdim ve seçim işlerinden sorumlu genel başkan yardımcısı oldum. Yani bu sürece kadar partimi seçimlere hazırlamaya çalışıyordum. Arkadaşlar bana dediler ki artık vakti geldi.

  • Bu gelen vakit bir sürecin ve ihtiyaç halinin sonucu mudur?

Bunun aslında birkaç nedeni var. Daha çok parti işleri yapıyordum, merkezi kampanya yürütüyordum ama sokaklarda gündelik kampanya nasıl yürüyor diye çok az izliyordum. Organizasyon yukardan aşağıya yapıldığı için çok az arkadaşımın seçim kampanyasını izlemiştim. Yaşadığımız dönem tarihi bir dönem. Bu tarihi dönemde partimin vereceği görevlere hayır diyemem ve aldığım görevin sorumluluğunu en iyi biçimde nasıl yapabilirim diye davranıyorum. Ben Ankaralıyım, 40 yıldır burada yaşıyorum. Bu süreçte kentin öznelliğini savunan biriyim. Bir kentin tarihini bilmenin, bir kentin hikâyesini yaşayan bir aktör olmanın, o kentin sözünü kurmak açısından kıymetli olduğu kanaatindeyim. Ankara 30 yıllık AKP yönetiminden sonra yaşanılmaz bir kent haline geldi. Geçmişte çok keyif aldığımız Ankara muhafazakâr bir taşra kenti haline dönüştü. Oysa Ankara yazarlarıyla, kültürel faaliyetleri ve üniversiteleriyle Orta Anadolu’nun sorunsuz bir şehriydi. Şimdi kentin etrafını saran TOKİ’nin yaptığı kocaman gösterişli ama içine girdiğiniz vakit hiçbir inceliği olmayan, hele de depremden sonra da şüpheyle baktığımız çirkin binalarıyla bir beton yığını kent haline geldi. Böyle bir kentte ve tarihi süreçte, rejimi göndermek, sorumluluk almak, bu sorumluluğun gereği olarak partinin fikirlerini yurttaşlarla buluşturmak ve onlarla birlikte toplumsal hayatı yeniden örgütlemek üzere yola çıktık. Aday olmadan önce de söyledim, ben kendimi profesyonel siyasetçi olarak görmüyorum. Kendimi bu kentte yaşayan bir yurttaş olarak görüyorum ve yurttaş olarak toplumsal taleplerimi dile getireceğim. Bunlar yalnızca benim taleplerim değil… Sokakta, basın açıklamalarına birlikte katıldığım ve sloganlarını attığım, ya da parklarda gençlerin şarkı söylediğinde yanlarında durarak dağılın diyenlere karşı durduğum bir yurttaşlık görevim olduğunu düşünüyorum. Bununla beraber, elbette partimin iddialı siyasi fikirleri var ve bu seçim bildirgemizde Demokratik Cumhuriyet teziyle çıkmış durumdayız. Doğrusu cumhuriyetin ikinci yüzyılında bende de şu duygu yükselmiş durumda: “Evet değiştirebiliriz. Yeni bir cumhuriyet kurabiliriz.”

  • Toplum dinamiklerine baktığımızda, cumhuriyetin ikinci yüzyılında demokratik bir cumhuriyet algısı benimseniyor mu? Demokratik Cumhuriyet için değişim ve dönüşümün gerçekleşeceği inancı var mı?

Ankara sokaklarında, seçim kampanyalarında hiç bu kadar güçlü “yeter artık bu rejim gitmelidir, bu iktidar gitmelidir, yeter” duygusunu görmemiştim. Bu seçim süreçlerinde HDP’ye gönül verenler kadar HDP’den hoşlanmayan ve milliyetçi duyguları olan yurttaşlar da aynı tepkilerini gösteriyor. Önceki süreçte sokaktaki temasımızda bu tepkilerle karşılaşmadık.

Çünkü memleket için birinci mesele farklı fikirlerin birbirlerine karşı söz söylemesi değil; herkes açısından birinci mesele bu tek adam rejimini göndermek. Burada asgari bir toplumsal ortaklık oluşmuş gibi görünüyor. Sokakta bildiri dağıtırken birkaç yurttaş gelip “ben sizin fikirlerinize katılmıyorum ama sizin kararlılığınızı, iktidara karşı tutumunuzu da çok takdir ediyorum, iyi ki varsınız” dediğine şahit oldum. Bizim tek adam rejimi karşısında -partimiz üzerindeki tüm baskılara rağmen- kararlılığımızın ve mücadele azmimizin toplum tarafından da fark edildiği kanaatine vardım. Bu işin pozitif yanı… Ancak elbette ki fikirlerin anında toplumsal bir karşılık bulması mümkün değil. Ama herkes şunda hemfikir: Hukuk yok, adalet yok, adil paylaşım yok, özgür basın yok, temel insan hakları tümüyle ayaklar altında… Bundan sonraki kısımdaysa, evet önemli farklılıklarımız var ama HDP’ye gönül vermiş, bugün Yeşil Sol’u destekleyen önemli bir topluluk, toplumun temel meselelerine tekçi rejimin tam tersi bir siyasal söylemle cevap veriyor. Çok kimlikli, çok kültürlü, çok inançlı, bütün farklılıkların kendi meşruluğunu inşa eden bir toplumsal düzenin gerekli olduğu konusunda önemli bir ortaklık oluşmuş durumda. Bunun bu coğrafyada yaşayan halklar ve inançlar açısından gerekliliğini anlatırken aynı zamanda gündelik hayatımızda da çok görünür bir soruya cevap vermiş durumdayız. Bu da politik olarak Demokratik Cumhuriyetin tam da dönemi olduğunu gösteriyor.

  • İktidar, özellikle son sekiz yıla baktığımızda, kutuplaştırmayla ve kafatası milliyetçiliği dediğimiz bir ideolojik eksende Kürdü baş hedefe koyma stratejisini uyguladı. Bugün bu stratejinin etkisi kırılıyor mu?

Bir defa toplum kutuplaştırma siyasetinin toplumun temel meselelerini çözmediğini fark etti. Bunun siyasi iktidarlar tarafından kendi iktidarlarının bekası açısından inşa edilmiş bir düzen modeli olduğunu da fark etmiş durumda. Toplum, Kürt’e düşmanlık yaparak, Kürt’ü yok sayarak, Kürt’ün temel haklarını görmezlikten gelerek ya da yasaklayarak toplumun temel meselelerinin çözülmediğini kısmen de olsa fark etmiş durumda. Tabi ki tek adam rejimi kutuplaştırma siyasetini uygulamaya devam ediyor. Buradan mümkünse “ekmek yemek”, seçimlerde enerji ve güç elde etmek istedikleri çok belirgin olarak görünüyor.

  • Adıyaman’da Kılıçdaroğlu’na yapılan provokasyon ve saldırıların bu kutuplaştırma siyasetinin bir eylem biçimi olduğu söylenebilir mi?

Evet, bu şiddet ve saldırı bunu açıkça gösteriyor. Toplumda tırnak içinde lümpen diyebileceğimiz, bir tür paramiliter işler de üstlenmiş bir grup var. Ama bu toplum içinde çok azınlıkta kalan bir grup… Bugün sokakta kampanya için yürürken birçok yurttaşın “bunlara izin vermeyin, siz de sokaklarda bildirilerinizi dağıtın, başkaları da dağıtsın” dediğine şahit oldum. Toplum şiddeti besleyen ve şiddeti teşvik eden devlet tavrına karşı açık bir tutum alamıyor ama fikren buna karşı bir yerde duruyor. Bu seçimlerin kutuplaştırma siyaseti yürütenlerle, birlikte farklılıklarımızla, çoğulculuğumuzla yeniden bir toplum düzeni kurmak isteyenler arasındaki bir mücadele olduğu çok açık görünüyor. Bu toplum açısından bir kazanım…

  • Bu yeterli mi? Toplumun beklentilerine karşı nasıl bir düzen oluşturulmalı?

Hayır, tabi ki yeterli değil. Elbette ki mesele bir fikriyatı reddetmek değil, nasıl bir toplum düzeni kuracağımız da onun kadar önemli temel mesele. İşte ayrılıklarımız burada başlıyor. Bir tarafta Millet İttifakı’nda olduğu gibi, sanki tek adam rejimi gidince eski cumhuriyetin 30 yıl önceki modellerine dönerek bu sorunlar çözülecekmiş gibi bir algı var. Oysa tarihsel olarak yüzyıllık deneyimimize baktığımızda bu tekçi zihniyet bugüne ait olmadığı görülüyor. Evet, bugün faşizan bir karakter taşıyor, çok görünür hale gelmiş durumda ama cumhuriyetin yüzyıllık tarihinde bunun çok derin izleri var. Şöyle ya da böyle, kimilerinin Dersim isyanı dediği, bir Dersim katliamı var. Herkesin farklı adlandırmasına rağmen yakın tarih konuşuluyor durumdaydı. Herkes asgari fikrini söyleyip konuşabiliyordu. Ya da bu memlekette şimdi konuşmaktan herkesin endişe ettiği Ermeni meselesi var. Bu konularda, cumhuriyet tarihinde ve kısmen belki çözüm sürecinin dinamiklerinden bir tanesi olarak; cumhuriyetin bekası açısından devlet elitleri tarafından tehlikeli görünen konular hakkında o tarihe eleştirel bakanların konuşma imkânı vardı. Bugün konuşma imkânı yok. Çünkü sokakta hiçbir şeye izin vermeyen devlet otoritesi var. En azından benim yaşadığım kentte yurttaşların hiçbir toplumsal talebini ifade etme, sokağa çıkıp temel insan hakkı olarak itiraz etme, protesto etme, basın açıklaması yapma, kendi fikrini söyleme ve buna destek arama olanağı yok. Çöpün bile yerinden kaldırılmasına izin verilmeyen bir toplumsal hayatla karşı karşıyayız. Bunlara bakınca bir taraftan “gecenin en zifiri hali, aynı zamanda şafağın en yakınlaştığı an” denilen bir andayız. Bu zifiri karanlık 14 Mayıs’ta bir dönüşümü ortaya çıkaracak.

  • Topluma sirayet eden korku sarmalının kırılması ve faşizmin kurumsallaşmasının önüne geçmek için bu seçim önemli… Devlet kurumlarını revize etmek değil, değiştirmek ve parlamentoyu işlevsel hale getirmek gerekiyor. Depremde toplumun dayanışması ve kendini örgütlemesi bir yandan da devletin yapısını sorgulatmadı mı? Kırılmanın olduğu ama umudun daha da yükseldiği bir yerde miyiz?

Bence öyle bir noktaya geldik. Yaşadığımız deprem felaketi sadece deprem bölgesinde değil bütün topluma ve bütün halklara şunu gösterdi: Devlet dediğimiz şey en zor ana düştüğümüzde, doğal bir afette yanı başımızda değil. Devletin bir yurttaşı olarak zor zamanımda bana hiçbir yardım eli uzatmayan bir devlet ile karşı karşıyayız. Bu en çıplak haliyle ortaya çıktı. Yurttaşların devletle kurduğu ilişki konusunda soru işaretlerinin oluşmasına neden oldu. Öte yandan deprem benzeri afet süreçlerinde insanların inançlara, renklere bakmadan birbirinin çığlığına yanıt verdiği, birbirine el uzattığı büyük bir dayanışma örneği gösterildi. Bu aynı zamanda insanlara güven verdi, insanlık açısından umutları büyüttü ve bir kazanım oldu. Bu, devletin kendi hegemonik ilişkileri ve ideolojik araçları üzerinden kurmuş olduğu kutuplaştırıcı ve ötekileştirici siyasetinin nasıl hızlı yıkıldığının da bir göstergesi.

  • Devlete karşı çok ciddi bir öfke oluştu. Üniversiteler kapatıldı, toplumsal bir hareketliğe karşı sokak engellendi ama bir tarafıyla da deprem bunu boşa çıkardı, kendi örgütlenmesini ortaya koydu. Bu durum sandığa nasıl yansır?

Ben sandığa çok güçlü yansıyacağı kanaatindeyim. Sokağa çıktığımda da bunu hissediyorum.
Bizim Ankara’da yürüttüğümüz kampanyada bu çok açık görünüyor. Yurttaş artık “bunlar gitmeli” diyor. Pazarda, esnaf ziyaretlerinde, halk buluşmalarında da bunu söylüyorlar.

Bu durum yurttaşın ilk defa kendisini güçlü bir şekilde ifade etme biçimine dönüştü.

Ama kalabalıklarda bunu açık biçimde söylemiyor, geliyor, elinizi sıkıyor, etrafına bakıyor, kimse yoksa “bunları gönderiyoruz değil mi” diyor. Bir soru sorarak, bize de onaylatmak isteyerek, kendi fikrini beyan etme imkânı arıyor. Biz de bunun için sokaktayız. Hep birlikte göndereceğiz, diyerek onun o duygusunu güçlendirmek istiyoruz. Bütün faşizan ve otoriter rejimlerin temel özelliği kendi toplumu ve halkı üzerinde kurduğu susturma, korkutma, yalnızlaştırma, yan yana gelme, dayanışma ve itiraz etme halini kapatma modelini barındırır. Burada yaşadığımız, korku imparatorluğunun zavallılık halidir.

  • Aslında toplumsal muhalefet sokak değil midir? Parlamentoyu ve siyaseti denetleme hali sokaktan ve itiraz etmekten geçmiyor mu?

Devlet şiddetinden dolayı toplum uzun süredir bu imkânını kaybetmiş durumda. Ancak kadın hareketinin, devletin tüm otoritesine, kadınları eve hapsetme çabasına rağmen buna rıza göstermediğini, uzun süredir sokaklarda bütün enerjisi ve gücüyle buna itiraz eden bir siyaseti kurduğunu söyleyebiliriz. Bu Türkiye açısından büyük bir kazanım. İstanbul Sözleşmesi’ni feshettiler, ortadan kaldırdılar ama İstanbul Sözleşmesi’ni geri almak için kadınların bütün her yerde, bütün farklılıklarıyla, farklı fikirleriyle yürüttükleri mücadele önümüzdeki dönem ve toplum için pozitif bir örnek.

  • Çok partili ittifakların olduğu bu dönemde, daha çoğulcu ve renkli bir parlamento mu oluşacak? Nasıl bir değişim ve nasıl zorluklarla karşı karşıya kalınacak15 Mayıs’a baktığınızda, ne görüyorsunuz?

Ürettikleri ve tek adam rejimi dediğimiz cumhurbaşkanlığı modeli parlamentonun bütün handikaplarına rağmen toplumun çoğulculuğu açısından tarihsel bir öneme sahip olduğunu gösterdi. 12 Eylül darbesi ve onun üretmiş olduğu siyasi partiler yasası toplumun bu çoğulcu modelinin parlamentoya gelmesinin önünü kapatmıştı. Sistem, bu cumhurbaşkanlığı modeliyle de çoğulculuğu reddeden, inkar eden ve yalnızca devletin resmi ideolojisini yukardan aşağıya topluma dikte eden bir modele dönüştü.

  • O zaman parlamentodan umut ve beklenti çok yüksek diyebilir miyiz?

En azından benim açımdan… Ankara’da henüz sandıklar açılmadı! Ben bu parlamentonun tarihsel bir işlev üstleneceği kanaatindeyim.

  • Peki, zorluklar olmayacak mı?

Biraz zorluklar olacak tabi… Çünkü Türkiye’de siyasal yaklaşımlar fikirlerini berraklaştırdı ve üç kutup üzerinde siyaset yapma durumu belirginleşti. Bir tarafta Cumhur İttifakı, diğer tarafta Millet İttifakı, bir tarafta da özgürlükleri daha genişletme hedefi koymuş Emek ve Özgürlük İttifakı var. Bunların parlamentoya gelmesi durumunda Türkiye’nin önünde öncelikle yeni bir toplum sözleşmenin zorunlu olduğunu konuşabiliriz.

  • Yeni bir anayasa zorunluluğu doğuyor diyorsunuz?

Evet… Yeni anayasa için bu parlamento kurucu bir görev üstlenebilir. Çünkü şu anki iktidarın dışındaki bütün bloklar bu değişimin bir zorunluluk olduğunu düşünüyor. Bu zorunluluk merkezi devlet organları üzerinden bir dizayn etme modelini değil, farklı toplum kutuplarının taleplerine parlamentoya çözüm arandığı bir modeli gerektiriyor. Çözüm süreci başladığında, çözüm sürecine sırtını dönmüş CHP bloğu, bugün toplumun karşısına çıkıp “Kürt sorununun demokratik çözümünü parlamento üzerinden gerçekleştirmeliyiz” diyor. Doğal olarak bütün topluma umut veren bir söylem… Millet İttifakı İstanbul Sözleşmesi’ni geri getireceğiz diyor ama bunu daha güçlü bir biçimde söyleyen Emek ve Özgürlük ittifakı. Aynı zamanda büyük bir kadın koalisyonu oluşmuş durumda. Bunun basıncı altında hiçbir siyasi partinin duramayacağını düşünüyorum.

  • Toplumda özgürlükçü duygular yükselmiş durumda mı?

Toplum mutsuzluğun kaynağının tek adam rejimi olduğu konusunda kendince bir analiz yapmış durumda. Toplumun önemli bir kesimi yaşanan ekonomik krizin çözülmesi için de demokrasinin gelmesini zorunluluk olarak görüyor. Demokrasinin olmadığı bir yerde aş, iş meselesi için mücadele etmek, hakkını almak mümkün görünmüyor. Çünkü emekçiler sokağa çıkamıyor, toplumsal taleplerini dillendiremiyor. İktidar grevden başlayarak tüm mücadele araçlarını ortadan kaldırıyor. Ancak demokrasinin olduğu toplumsal alanda bunları yapabilirler. O yüzden sandığı bekliyor yurttaş.

Emir Ali Türkmen’in derdi nedir?

Bütün canlıların, bütün doğanın, bütün insanlığın, bütün farklılıklarımızla umut dolu özgürlük şarkılarını söylediği, kimsenin kimseden endişe etmeden sözünü sakınmadığı -kelimelerin gücüne inanan birisi olarak- sözcüklerin bütün umutları ve gelecek ütopyasını taşıdığı bir dünya için mücadele etme derdim var.

#Korku #imparatorluğu #şimdi #zavallı #halde

EN SON EKLENENLER