Faysal Dağlı: Lozan rejimi yerine onurlu ve adil bir alternatif barış anlaşması oluşturulmalıdır

Firaz Baran

24 Temmuz 1923’te Lozan Anlaşması imzalandı. Bugün 19 Temmuz 2023. Birkaç gün sonra anlaşmanın 100. yılını karşılayacağız. Yüzüncü yıl dolayısıyla Kürtler son bir yıldır çok sayıda konferans, yürüyüş, miting, panel, video gösterimi gerçekleştirdi. 100. yılında Lozan’ı ve yarattığı sonuçları değerlendirdi.

Alevinet.com sitesi için yazar Faysal Dağlı ile bir söyleşi yaptım. Dağlı yaşayan önemli Kürt entelektüellerindendir. Tarihi ve güncel olayları okuma tarzı çoğumuzdan farklı. Kürt tarihi üzerine çok sayıda çalışması olan Dağlı, Lozan Anlaşması’nı değerlendirirken Kürtlerin anlaşmada yer almamasında, halklarının gündeme gelmemesinde dönemin Kürt elitinin de sorumlu olduğunu ifade ediyor. Faysal Dağlı’nın Lozan anlaşması ve sonuçları hakkındaki sorularımıza verdiği yanıtlar şöyle:

– Lozan Anlaşması’nı 100’ncü yılında geride bırakıyoruz. Bu anlaşmayı sonuçları ile nasıl tanımlıyorsunuz?

Bir asrı geçmişte bıraktığı bu günlerde Lozan anlaşmasını yarattığı, yol açtığı sonuçlar üzerinden yeni bir tanıma tutmaya ihtiyaç vardır. Elbette bu anlaşmada yer alan tarafların perspektifi, çıkarı, motivasyonu farklıdır. Ancak Türkler ve Kürtleri ilgilendiren boyutu ile Lozan sadece hukuki, siyasi veya diplomatik bir metin olmanın ötesinde anlamlar taşır. Ve bu anlamlar yıkıcıdır. Bunlardan birkaçına değinmek gerekirse:

– Lozan Türkiye devletinin “tek devlet, tek bayrak, tek millet, tek dil” hezeyanına dayanan resmi ideolojisinin kurucu belgesi olmuştur.

– Bu anlaşma Türk, Irak ve Suriye devletlerinin sınırlarını Kürt arazisini kapsayacak şekilde düzenleyen bir gecekondu devletleri tapusudur.

– Lozan, Türk devletinin, (Misaki Milli hikayesi nedeni ile) Irak ve Suriye Kürtlerine derin tarihsel bir düşmanlık beslemesinin yolunu açan, bunu teşvik eden bir belgedir.

– Lozan Anlaşması, resmen tanıdığı Türkiye devleti sınırları içinde yaşayan Türk olmayan, Türkleşmeyi kabullenmeyen diğer tüm etnik azınlıklara şöven baskılar yapılmasının onayıdır.

– Lozan Anlaşması Türkiye devletinin bir kesintisiz savaş devleti olarak kurgulandığı bir sürecin başlangıcıdır. Ve bunun sonucunda sadece anti-demokratik, totaliter rejimler üretmiştir.

Tüm bunların sonucunda Lozan Anlaşması, Türkiye devleti sınırları içinde yaşayan tüm insanların mutsuz olmasına neden olmuş, insan onuruna yakışan bir şekilde yaşaması için büyük bedeller ödemesini gerektiren bir rejim olmuştur.

Ve bu geçen yüzyılda tüm bu olup bitenlerde, Lozan’daki anlaşmayı imzalayan çifte standartlı hakim devletlerin diplomatlarının ahlaki ve siyasi sorumluluğu vardır. Dolayısı ile Lozan’ın sonucunda oluşturulan Türkiye-Irak ve Suriye’nin geçen yüzyılda sadece savaş ve şiddet üreten baskıcı anti-demokratik otoriter rejimler üreten devletler olmasının esas nedenlerinden biri bu anlaşmadır.

Dikkat ederseniz Lozan’da orta yerde bırakılan ve bunlardan üreyen sorunlarla hala uğraşan Irak-Suriye-Türkiye yönetimleri yıkık, başarısız ve iç savaşlarla debelenen devletler olmuştur. Keza Türkiye-Ermenistan-Yunanistan-Irak ve Suriye arasındaki tarihsel düşmanlıklar ve gerginlikler de bu anlaşma ile üstü örtülen, yüzleşilmeyen katliamlar ve sorunlardan kaynaklanmaktadır. Bu durum aşılmazsa, bu ülkelerin halkları alternatifler üretemezse bu yıkım kendi kendini bitiren bir yangına dönüşecektir. Lozan bu sonuçlar itibarı ile sadece Kürtler, Süryaniler, Ermeniler, Grekleri değil aynı zamanda kendini Türk olarak tanımlayanları da esir eden, mutsuz eden, kuşaklar boyu demokrasi ve insanca yaşamdan uzak tutan sert ve sefil bir rejim olmuştur.

Yüzüncü yılında Lozan rejimi sadece yıkım ve felaket getirdiği için, savaş ve sefalet ürettiği için aşılmalı, halklar arasında onurlu ve adil gerçek bir alternatif barış anlaşması oluşturulmalıdır.

– 1920’de imzalanan Sevr Antlaşması Kürtlere özerklik tanıdı. Gelişmelere bağlı olarak bağımsız Kürdistan’ı da kabul etti. Ama Lozan’da bırakalım bunları Kürt kelimesi bile geçmiyor. Bunun nedeni nedir? Nasıl oldu da böyle oldu?

Birinci Dünya Savaşının galibi müttefik ülkeler yani Britanya, Fransa ve İtalya savaşta Almanya ile saf tutan Avusturya, Macaristan ve Bulgaristan ile ayrı ayrı teslim ve tazminat anlaşmaları imzalamıştı. Ancak Osmanlı konusu çetrefili ve karmaşık olduğu için bekletilmişti. İngiliz yönetimi, yeni kurulan Sovyetler Birliği’ni dengelemek amacı ile Osmanlı’nın savaşa girmemiş ABD mandasına bırakılmasını önermiş ancak ABD buna yanaşmayınca İngilizlerin başını çektiği müttefikler Osmanlı ile barış ve tazminat koşullarını konuşmak için önce San Remo ardından Paris (Sevr) toplantıları yapılmış ve bir barış anlaşması taslağı hazırlanmıştır. Bu anlaşma, müttefikler ile Osmanlı arasında düzenlenen savaş sonrası tesis edilecek hukuku içermektedir. Osmanlı topraklarının etnik kimi idari alanlara bölünmesi dahil, bir takım düzenlemeler içermektedir. Sevr’de bugün Türk devletinin Güneydoğu Anadolu Bölgesi diye tarif ettiği dar bir koridor “Kürt özerkliği” olarak tanımlanmış, Bitlis, Van, Ağrı, Erzurum gibi Kuzey Kürdistan’ın büyük bir kesimi de Ermenistan’a bırakılmıştır. Keza Urfa ve Antep ile Mardin’in bir kısmı dahil Rojava Kürdistanı Fransız mandasına, Güney Kürdistan ise İngiliz mandasına bırakılmıştır. Yani Sevr’de ‘kabul edilen Kürdistan’ dahi Kuzey’in sadece üçte biri oranında bir alanı içeriyordu. Bu nedenle dönemin Kürt öncülüğü de bu anlaşmayı sindirememiş ve karşı çıkıyordu.

Öte yandan Sevr resmi olarak uygulanan bir anlaşma olamadı. Anlaşmayı yıkımın eşiğindeki Osmanlı devleti imzalamış, ancak uygulanması için gereken resmi prosedür yerine getirilmeden, Kemalist hareket Osmanlı’yı ilga ederek yeni bir devlet kurmuş ve Sevr anlaşmasını tanımadığı için Lozan süreci başlamıştır.

Özetle Sevr de bile güçlü bir Kürt hakları veya Kürdistan vurgusu yoktur ve Kürtler dahi bu anlaşmayı sahiplenmemiştir. Zaten aynı süreçte Sovyet topraklarında bir Ermenistan devleti kurulduğu ve bölgede Ermeni nüfusu kalmadığı için Batı dünyası da konuya ilgisini kaybetmişti.

Lozan’da ve evveliyatındaki anlaşma ve süreçlerde Kürtlerin haklarını ve kaderlerini tayin iradesinin tanımlanmamasının birkaç nedeni vardı:

1- Osmanlı hâkimiyetindeki Balkan ve Arabistan halkları, gelişen uluslaşma bilinci sonrasında imparatorluktan ayrılırlarken lokal çabaları dışında Kürtlerin bu yönlü ciddi bir çabası olmamıştır.

2- Kürtler, Avrupa ve Rusya ile savaşa tutuşan Osmanlı ordusunda saf tutmuş ve aynı zamanda Müslümanların Halifesi olan Sultan’ın koruyuculuğu rolünü benimsemiştir. Yani Kürtler Birinci Dünya Savaşının yenilen tarafında yer almış ve Osmanlı’dan ayrılmayı amaçlayan bir ajandaya sahip olmamışlardır. Bu durum Kürtlerin barış masalarında savaşın galipleri tarafından hakları savunulması gereken bir etnik grup olarak görülmelerini engelleyen sebeplerden biri olmuştur.

3- “Ümmet ve din kardeşliği” fikriyatı Osmanlı döneminde Anadolu’da Türkler ve diğer milletler ile birlikte yaşamaya alışan Kürtler arasında ayrılma ve kendi devletlerini kurma idealinin gelişmesini engellemiştir.

4- Kemalist hareket İttihatçı Osmanlı subaylarından oluştuğu için, geleneksel Kürt hakim sınıfının da desteğini alarak inşa olunmuştur.

5- Lozan’ın imzalanmasına kadarki süreçte de Kemalist kadrolar ‘Türkiye’nin Kürt ve Türklerin ortak vatanı olduğu’ retoriğini sıklıkla ve güçlü bir şekilde kullanmış, ilk yaptıkları 21 Anayasasında Sovyet Şura yönetimini taklit eden ademi merkeziyetçi bir yaklaşımla Kürtlerin ayrılma gerekçelerini ellerinden almıştır.

6- 20. Yüzyıldaki Kürt ulusal fikriyatı İstanbul ve Avrupa merkezli olarak gelişmiş, dolayısı ile Kürt aydınlanması bu dönemlerde İttihat ve Terakki içinde örgütlenerek önce Osmaniyetçi, ardından Türkiyeci bir tutum takınmıştır. Zaten ortada dermek formunu aşamayan Kürt Teali Cemiyeti, Kürd Teşkilatı İçtimaiye, Hêvî, Kürt Klübü gibi aydınların toplandığı sivil kurumlar dışında bir varlıkları dışında örgütlü silahlı güçleri veya liderlikleri yoktur.

24 Temmuz 1923, Beau Rivage otelinin önü… Anlaşmaya imza koyan temsilciler birlikte görülüyor. Soldan beşinci kişi İsmet İnönü, hemen sağındaki ise Britanya temsilcisi Lord Curzon.

Bu durum 1923’te Lozan’da devletinin tapusunu alan Mustafa Kemal idaresinin gerçek yüzünü gösterdiği döneme dek devam etmiştir. Mustafa Kemal’e verdikleri desteğin kendilerine tokat olarak döndüğünü farkettiklerinde de Azadi (Kürt İstiklal Cemiyeti) gibi 1925, Xoybun gibi 1927 ayaklanmalarını organize eden bağımsızlıkçı örgütler kurmaya ve hak talebinde bulunmaya başlamışlarsa da tarihin treni kaçmıştır.

Yani durum böyle olunca neden Lozan’da Kürt kelimesi geçsin ki? Kürtler kendilerinin ayrı bir kelime olarak kayıtlara geçmesini istemedikten ve bunun mücadelesini vermedikten sonra neden ayrı bir varlık olarak muamele görsünler ki? Hakikat budur.

– Türklerin “Kurtuluş savaşı” olarak tanımladıkları 1919-1922 yılları arasındaki süreci değerlendirelim. Bu süreçte Bakûr Kürtleri Türklere hangi desteği verdiler? Örneğin Ege’de Yunanlılara, Kürdistan’da Ermenilere karşı Kemalist Türklerin yanında mı yer aldık? Örneğin İhsan Nuri Paşa anılarında şöyle yazıyor: “İstanbul’da ordudan sorumluydum. O dönem damat Ferit Paşa hükümetinin düşmesi için Ankara lehine çalışma yaptım.”

Bahsettiğin yıllarda henüz “Bakur” ayrışması olmamıştı. Silêmani’de, Afrin’de, Urfa’da, Antep’te, Maraş’ta kimi yerel Kürt liderleri ki çoğunluğu ruhbanlardan oluşuyordu, Müslüman Türk kardeşlerinin taleplerini de dikkate alarak İngiliz ve Fransız gavuruna karşı aslanlar gibi savaşıyordu! Kürtler o dönemde kimi etnik haklar alarak, Osmanlıyı ihya etmenin çıkarlarına uygun olduğunu düşünüyordu. Osmanlı düşünce de Kemalistlerin ‘ortak vatan’ vaatlerini fazla ciddiye aldılar ve herkesten önce silahşörlük yaptılar. Urfa, Antep ve Maraş’ın dışında Türkiye’de şanlı, kahraman, gazi olan başka vilayet yok, eğer Silêmanî ve Afrin de TC’ye kalsaydı oraları da Pehlivan Süleymaniye, Aslan Afrin falan ilan ederlerdi herhalde. Ordu veya devlet katında çalışan İhsan Nuri ve diğer Kürt aydınların büyük çoğunluğu o dönem bu fikirde idi.

– Lozan görüşmeleri 7 aydan fazla sürdü Bu süre boyunca Kürtlerin tavrı ne oldu? Kemalistler Kürtlerin hak talep etmemesi için neler yaptı? Kürtler hangi tuzakları görmedi? Ne yapmalıydı veya ne yapabilirlerdi?

Tarihsel olguları dönemin konjonktürü ile değerlendirmek gerek. Filmin sonunu bilenler, başlangıç ve gelişimini eleştirebilir! Ancak tarihi hakikat kendi koşulları içinde oluşur.

Açıkça söylemek gerek ki, Kürt hakim sınıfı Lozan’da Türkiye devleti temsilcileri ile birlikte davrandı. Kimileri bekle-gör tavrında iken, genel itibarı ile Kürt elitleri, aktif siyasetçileri Lozan’da Türkiye’den yana tavır koydu. Kürt asıllı İsmet İnönü’nün başkanlık ettiği Türkiye delegasyonunda Diyarbakır Milletvekili Zülfü Tigrel Kürtlerin temsilcisi olarak yer alırken, Türk meclisindeki Kürt mebuslar, Lozan delegasyonuna habire destek telgrafları çekiyordu. İnönü, “biz Kürt ve Türklerin ortak temsilcileriyiz” derken dönemin söylemini ifade ediyordu. Elbette söz konusu dönemde kimse ne referandum ne de anket falan yaparak Türk veya Kürt halklarının fikrini sormamıştı. Yani ‘Kürtler’ derken, Kürt elitinden, temsiliyetinden sözediyoruz. Ki bunlar da genellikle eşraftan, zengin tabakadan, meclise girmişlerden, aşiret şeflerinden, toprak ağalarından, ruhbanlardan oluşuyordu ki bunların neredeyse tümü imparatorluk döneminde devletin yönetim katında veya orduda yeralmış kesimler idi ve devlet ile birlikte davranma alışkanlıklarını sürdürüyordu.

Yani ortada tuzak falan yoktu, süreç öyle gelişti. Kürtler, Kemalistlerin kurduğu devlete Türk adıyla bir ulus üretip monte edeceklerini düşünemezdi. Aslında Mustafa Kemal’in de bunu bilinçli bir ajanda ile yaptığını düşünmüyorum. Ancak ortada bu süreci dengeleyecek bir güç gelişmediği için M. Kemal tüm totaliter liderler gibi kendisine ve devletine sadık-boyun eğen bir ulusa ihtiyaç duydu ve hâkimiyet alanlarındaki herkesi Türkleştirme kazanlarına doldurdu. Kabul etmeyenleri ise ateş ve vahşetle yok etti.

– Lozan Anlaşması 143 maddeden oluşuyor. 39-44 arasındaki maddeler azınlık hakları, farklı dil ve inançların hakları konularında atıflar var. Kürtçe bu maddeler kapsamında hak iddia edebilir mi? Ayrıca Êzdî ve Alevi olarak tanımlanan Kürtler azınlık dini kategorisine neden girmedi? Farklı mezhep vurgusunda ise Kürt Müslümanlarının mensup olduğu Şafiî mezhebi hak talebinde bulunamaz mı? Çünkü anlaşma metninde, “Bu maddeler ulusal yasalarla ortadan kaldırılamaz” deniliyor. Ancak 1925 senesinde Kemalist yönetim Kürt Şafîliği, Êzdiliği ve Aleviliğini kanunla yasakladı ve bu kanunun halen yürürlüktedir.

Lozan Anlaşmasında Türkiye’de yaşayan Hıristiyanlardan Ermeni ve Süryaniler için kimi imtiyazlardan söz edilmiştir. Buna rağmen Süryani ve Ermenilerin dinsel, etnik ve kültürel haklarına pratikte saygı duyulmamıştır. Halen İstanbul’daki birkaç azınlık okulu milli eğitim müfredatı dahilindedir, vakıf mallarına keyfiyet uygulanmaktadır. Kürdistan’da yaşayan Süryaniler sistematik olarak göçertilmiştir, kalan bir avuç Süryani’nin de can güvenliği dahi yoktur. Istanbul’a sıkışan ve bugün bir avuç kalan Ermenilerin nasıl bir tehdit altında oldukları da biliniyor.

Ancak farklı inançlarda olan kesimleri dahil Kürtlere yönelik herhangi bir vurgu yoktur. Anlaşmada ana dillerin sokakta veya mahkemelerde konuşulmasına engel olunmaması vurgusu var. Şöyle deniyor 39. maddede:

“Herhangi bir Türk uyruğunun, gerek özel, gerekse ticaret ilişkilerinde, din, basın ya da her çeşit yayın konularıyla açık toplantılarında, dilediği bir dili kullanmasına karşı hiçbir kısıtlama konulmayacaktır. “Devletin resmi dili bulunmasına rağmen, Türkçe’den başka bir dil konuşan Türk uyruklarına, mahkemelerde kendi dillerini sözlü olarak kullanabilmeleri bakımından uygun düşen kolaylıklar sağlanacaktır.”

Evet Türkiye’de son yıllarda Kürtçe yayınlar yapılıyor, toplantılarda Kürtçe konuşuluyor, mahkemelerde kısıtlı da olsa Kürtçe konuşuluyor, savunma yapılıyor! Soru şu? Lozan Anlaşması sayesinde mi oluyor bunlar? Cevap şu; Hayır, tabi ki de değil, Kürt halkının büyük bedeller ödediği direnişler sayesinde.

40 ile 44 maddeler güya inanç özgürlüğüne vurgu yapıyor. Ancak bu maddelerin tanımı şöyle: “Kamu düzeni ve genel ahlak ile bağdaşmazlık göstermeyen her din, mezhep ya da inanışın gerek genel, gerek özel biçimde özgürce kullanılması hakkına sahip olacaktır.” Burda vurgulanan “kamu düzeni ve genel ahlak’ın” tanımı ne, bunun nasıl bir tanım olduğuna kim karar veriyor? “Bunlar Zerdüşt, bunlar ateist” diyen devlet yöneticileri mi?

Öte yandan Türk devleti, Kürt Alevi ve Ezdilerin anlaşmada vurgulanan “Müslüman olmayan azınlıklar” tanımına girmemesi için onları “İslam içi inançlar” olarak kabul edip kendince sorunu çözüyor zaten! İngilizlerin, Aleviliğin ve Ezdiliğin, İslam öncesi ve İslam dışı inançlar olduğu konusunda Türklerle teolojik tartışmaya girecek halleri olmadığına göre!

Lozan’dan sonra da Türk devleti BM şartını imzalayarak üye oldu, keza Avrupa Konseyi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Üyesi şartını imzaladı. AB aday adayı oldu. BM şartı, “milletlerin kendi kaderini tayin hakkından” sözeder. Keza, güya TC, Birleşmiş Milletlerin, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesini ve Uluslararası İnsan Hakları Sözleşmelerini kabul etmiştir. Bunlara göre her insanın, bu metinlerdeki hak ve özgürlüklerden ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasal ya da başka görüş, ulusal ya da toplumsal köken, mülkiyet, doğuştan veya başka durumdan kaynaklanan ayırımlar dahil, hiçbir ayırım gözetilmeksizin yararlanma hakkına sahiptir. UNİCEF’in Çocuk Hakları Sözleşmesini imzalamış Türkiye’de dayak yiyerek Türkçe konuşmaya zorlanmayan Kürt çocuğu mu var?

Dolayısı ile Lozan’da dil veya inanç farklılığına dair örtük bir takım vurgular olsa ne olur, olmazsa ne olur?

– 1. Dünya savaşı sırasında İngilizler 400.000 asker ve memurla Irak’a geldi. Hedefleri Osmanlı’nın Bağdat ve Musul vilayetlerini ele geçirmekti. Osmanlı orduları Irak ve Güney Kürdistan’dan çıkarıldı. Kürtlerin desteğini istedi, 1919 senesinde Süleymaniye bir Kürdistan  yönetimi kuruldu. Buna rağmen bu ittifak neden bozuldu? Bu durum Kürtlerin de devletleşmesi açısından büyük bir fırsat değil miydi? Neden böyle oldu?

Tarihi, dinamikleri dışında yorumlamanın, sosyal olayları nedenleri ile değil de sadece sonuçları ile tahlil etmenin pek bir faydası yok. Yani bizi tarihin yanlış tarafında yer almaya iten nedenlerden ders almak gerek. O dönem realiteden kopuk dinsel bağnazlık Kürtlerin bugün yaşadığı acıların nedenlerinden biri olmuştur. Yarın da bugünün ideolojik bağnazlığından şikayet etmenin anlamı olmayacak.

Dönemin Kürt temsiliyetini yürüten ruhban sınıfında İngilizleri “gavur”, Türkleri “ümmet kardeşi” olarak gören ideolojik göz bozukluğu vardı. İsyancı Kürt lider Şeyh Mahmut Berzenci’yi 1919’da Derbendi Bazyan’da yaralayıp, yakalayan İngiliz ordusu askeri bir Hint Sih savaşçısı idi. Ancak Şeyh bu resimden pek bir ders almadı, her fırsatta kendisine bir fırsat sunan İngilizlere kafa tutup baş kaldırdı, Şeyhe bunu yaptıran başat motivasyonlardan biri, onu Kemalistlerle dahi işbirliği yapmaya iten ümmetin lideri Osmanlı Halifesine sadakatı idi. İngilizlerle araya düşmanlık ve güvensizlik girdikten sonra da gerisinin, hatta Halifeye sadakattan dolayı pişmanlığın da bir önemi kalmamıştı. Bedevi Arap aşiretleri dahi İngilizlerle ahenk içinde çalışıp her sülaleye bir devlet kurdurdular, ancak Kürtler Osmanlı/Türk İslamının kılıcı olarak önce Rus, İngiliz ve Fransızlar ile karşı karşıya gelmeyi tercih ettiler. Günün sonunda Şeyh Mahmut sürgünde öldü, onu yaralayan sömürge Hint askeri, bağımsız Hindistan devletinin üst düzey subaylarından biri oldu!

– Bugün de Cenevre’de Suriye’nin geleceği için görüşmeler yapılıyor. Kürtler askeri bir güç ve büyük bir alanı elleri ellerinde tutmalarına rağmen çağrılmıyor. Bunun nedeni nedir? Kürtler ne yapabilir, ne yapmalıdır? Avrupa’da çok güçlü bir Kürt nüfusu ve örgütlü bir kamuoyu var. Bunlar bu görüşmeleri nasıl etkileyebilir?

Sondan başlayayım. Maalesef senin gibi düşünmüyorum, Avrupa’da çok Kürt var, ama güçlü bir Kürt nüfusu veya örgütlü bir kamuoyu yoktur. Avrupa’da güç olmak, diaspora olmak örgütlü sermaye ve idealist aklın nüfus ile nufüz etmesi anlamına gelir. Kürtler henüz bundan uzaktır.

Öte yandan Kürtlerin kendi ülkelerinde, Rojava’da büyük bir askeri güce sahip olmaları oyun kurucu oldukları anlamına gelmiyor. Karşılarında NATO üyesi, saldırgan, şantajcı ve kuralsız bir devlet var. Cenevre görüşmeleri veya diğer sorunlu alanlarda Kürt güçlerin temel yaklaşımı başkalarının kaygılarını fazla önemsemelerinden, dolayısı ile kendi oyunlarını kuramamalarından kaynaklanıyor bence. Unutulmamalı ki Kürtlerin son yüzyılda belki de tek askeri başarıları, kendi alanları dışına çıktıklarında gelişmiştir. Bu fedakarlığın  karşılığı veya ödülü Batı dünyasından “Kahraman Kürtler bizi DAİŞ belasından kurtardı” alkışı olarak kalmamalı. Bundan ders alınmalıdır. Hakim devletlerin veya sistemlerin kafamızda kurduğu barikatlara, sınırlara, hassasiyetlere takılmamalı. Demokrasi talep etmeyen, hak etmeyen, bunun için mücadele etmeyen ve hatta buna layık olmayan tarihin dışında kalmış ırkçı kitleleri beyhude medenileştirme ihalesine girmeye gerek yok. Bu durumda Kürt siyaseti başının çaresine bakmalı, kendi alanlarında kurduğu demokratik, Batı değerlerine yakın yönetimlerle çevresindeki kaotik alanlar için bir çekim merkezi olabilir.

Geçmişte özellikle Rojava’da Kürtler için beliren fırsatlardan bahseden çokça yazılar yazdığımı hatırlıyorum. Keza Güney Kürtlerinin heba ettikleri fırsatlardan da. Kuzey ve Doğu Kürdistan’da hakim devletlerin yıkılışını izliyoruz. Kürt siyaseti kimi konularda birlikte davranmayı keşfetmelidir. Siyaset artık ideolojik dönemi aştı, reel politika diye acımasız bir alan var, oyunlar orda kuruluyor. Gerisini Kürt siyaseti bilecektir, onlar karar verecektir.

– Sevr’e Şerif Paşa gitti, görüşmelere katıldı ve dönemin güçlü örgütü Kürt Teali Cemiyeti’nin adına oradaydı. Ermenilerle de anlaşma sağlandı. Kürtler Lozan’a neden heyet göndermedi? Bu büyük bir hata değil mi?

Wilson prensiplerine atıf yaparak, ayrılma ve kendi kaderini tayin hakkından yana olan Şerif Paşa’yı Osmaniyetçi Kürdistan Teali Cemiyeti, temsilcilikten azletmişti! Oysa Avrupa’da Osmanlı devletinin büyük elçiliğini yapan Şerif Paşa, Osmanlı’nın Hariciye Nâzırı ve Şûrâ-yı Devlet Reisi Kürt Said Paşa’nın oğlu idi. Lozan’da garanti alınmasından 2 yıl sonra da, Kürdistan Teali Cemiyeti’nin lideri ve Şüra-yi Devlet Reisi Seyid Abdülkadir, oğlu Seyid Muhamed ve üç arkadaşı Diyarbekir’de Mustafa Kemal’in talimatı ile darağacına çekilerek katledildi.

Lozan’a giden heyet “Kürt ve Türklerin ortak heyeti” olarak kabul edildiği için başka bir düşünce gelişmemişti. Keza Lozan’a devletler davet edilmişti. Kürt liderliği olsa ve konferansa katılmak istese bile kimse muhatap olmazdı. Bu durum Ermeni ve Süryanilerin başına geldi. Konferansın yapıldığı sarayın kapısında aylarca beklediler. ABD temsilcisi aktif desteğine rağmen onların taleplerini kabul ettiremedi. Lozan, Osmanlı’nın bakiyesi olan Türkiye devleti ile savaşın galibi müttefikler arasında yapılan bir teslim-barış ve tanzim anlaşması idi.

Öte yandan Lozan’a gelindiğinde merkezi bir Kürt örgütlülüğü, silahlı gücü, liderliği yoktu, dünya savaşının ileri cephelerinden biri olan Kürdistan yıkım ve sefalet içinde idi, kıtlık devam ediyordu. Nüfus azalmış ve önemli bir kısmı göçmüştü, gençlerin büyük kısmı silah altında idi. Bir hata vardı, ancak bunu Kürtlerin faturasının ödediği tarihin bir hatası olarak görmeli!

– Lozan’da Kürtlere hiçbir hak tanınmamasını; Irak, Suriye ve Türkiye arasında bölünmesini emperyalist tuzaklarla teorileştiren yaklaşımlar var. İngiliz veya Fransız emperyalizminin bundan nasıl bir çıkarı vardı?

Dönemin süper gücü ve savaşın galibi İngiliz devleti idi. 5 yüz yıllık bir sömürgeci global güce ve deneyime sahipti. İngilizler birinci savaşın sonucunda Alman, Osmanlı ve İran imparatorluklarını yıkmışlardı. Rus imparatorluğu da kendi dinamiklerince yok edilmişti. Ayakta kalan tek imparatorluk İngilizlerin idi. Ve dünyada yeni bir nizan oluşturacak güce erişmişlerdi. Buna ihtiyaçları da vardı

Kürdistan’ın ve bölgenin parçalanmasının özel sebebi ise yeni icat edilen dizel motorların çalışması için gerekli olan petrolün Kürt, Arap ve Fars topraklarında keşfedilmesi idi.

İngiliz siyaseti kendileri açısından petrol ve ticaret yollarını garantiye almak için bölgeye çöktü, ve yüz yıl sürecek çelişkiler yaratarak burayı elde tutmanın hesaplarını yaptı. Lord Curzon, “bu halklar kendi kendilerini yönetecek kabiliyette değiller, onları biz yönetmeliyiz” diyerek yapacakları her hamlenin bu prensibe dayanacağını ifade ediyordu.

Bu planlar aslında henüz savaş sürerken, 1916 yılında Sykes-Piccot Anlaşmasında gün yüzüne çıkmıştı. Lozan aslında bu anlaşmanın bir şekilde devamıdır. Arapları 22’ye, Kürtleri 4’e böldüler. Böldükleri her bir parçayı komşuları ile sonsuza dek devam edecek şekilde sorunlarla orta yere bıraktılar. Türkler ile Kürtleri, Yunanlıları, Ermenileri, Arapları azap askeri gibi dizdiler birbirine karşı. Sonra Yahudiler ile Müslümanları sonu gelmeyecek bir karmaşaya ittiler. Sağdan soldan kopardıkları toprak şeritleri ve beş benzemez etnik grupla Afganistan diye suni bir devlet kurarak Taliban’ın genetik babası oldular, Hindistan ile Pakistan’ı iflah olmaz bir düşmanlığa itmek için Keşmir’in aralarında elma gibi böldüler. Yani şu ünlü “cehenemin kapısını açmak” deyiminin, cehennem korkusunun keşfedildiği Doğu dünyasının cehennem fantezisini gerçekleştirdiler.

Hasılı kelam bölgede kurdukları dengeyi “dövüştür-yönet” ile sürdürürken, kurdukları yapay devletleri, totaliter rejimleri “böl-yönet” ile sevkettiler, hamisi oldukları bu rejimlerin de “döv-yönet” ile ayakta kalmasını sağladılar. Önemli olan petrol gelsin, ticaret yolları açık kalsındı! “Diğerleri zaten medeniyetten uzak, savaşmaktan başka içgüdüleri olmayan ilkel topluluklar olarak”majestelerine hizmet etmeye etmeye gönüllü idiler. Öyle ki düşmanlarına bile “asılacaksan İngiliz sicimi ile asıl” diyecek kadar saygınlık uyandırıp yaptılar bu emperyalizm işini!

Yani İngiliz veya Fransız emperyalizminin Lozan’da veya diğer mesaillerinde Kürtlere karşı özel bir nefreti veya planı yoktu, sadece bölgedeki senaryoları için planı olmayan herkes, her ulus, her grup  onlar için birer figürandı!

EN SON EKLENENLER