Sinemilli Ocağı Kantarma köyü dedeleri – Ali Ekber Bakır

SEYİT RIZA BAKIR

(Tacim dede’nin oğlu Ali Ekber Bakır)

Emekli öğretmenim.Kocaeli-Uzunçiftlik’te ikamet ediyorum.Yaz aylarında memleketim olan Elbistan’ın Kantarma köyüne giderim.Kışın ortasında bile köyümü , insanlarını özlediğim çok olmuştur. Yazın o kavurucu sıcağında köyümün dağlarında, dere kenarı bahçelerinde gezmek ve insanlarıyla sohbet etmek çok hoşuma gidiyor.

Kantarma Köyü; alevi kültürünün yoğun yaşandığı kadim topraklardır. Alevi kültürünün yayılmasında önemli rol oynayan birçok dedeye ev sahipliği yapmıştır. Alevi dedelerinin her biri ayrı birer değerdir. Yüz yıllardır elinde “tamur” denilen sazı ile dilinde sözü ile belinde özü ile bu kültürü günümüze kadar taşıdılar. İstedim ki yaşamlarını ve hayata katkılarını bilelim, anlayalım, unutmayalım.

Bu amaçla 2015 yaz aylarında Kantarma Köyü’nde ikamet eden ve aynı zamanda ağabeyim olan Ali Ekber Dede ile konuşmak için evine gittim. Taş duvarlarla örülü büyük bir evde oturuyor. Evin altı zahire ambarı ve garaj, garajın üstü ise geniş bir balkona sahip. Manzarası ile ferahlık veriyor insana. Ön tarafta ise geniş bir bahçe bulunuyor.

Balkonda oturduk. Yemek faslından sonra hem çayımızı yudumladık, hem sohbet ettik. Ali Ekber Dede anlatırken, ben bir taraftan notlarımı alıyor, bir taraftan araya girerek sorular soruyor ve bazı bilgileri teyit ettiriyordum. Anlattıklarını kendi ağzından dinleyelim.

BİR YAŞAM: ALİ EKBER DEDE

Kantarma Köyü Kızılkandil Mezrası’nda 1941 yılı Mart ayında doğmuşum. Fadime Ana’dan doğma Büyük Tacim Dede’nin dokuz erkek evladının üçüncüsüyüm. Dört kız kardeşimden Selver genç yaşta vefat etti. Diğer üç kız hayattalar. Erkek olarak şu an beş kişi hayattayız.

Babamın babası yani Şığo Dedem Kantarma Köyü’nde ikamet ediyorken, babam evlendikten sonra Kızılkandil Mezrası’na göç eder ve yerleşir. Bizler Kızılkandil topraklarında dünyaya geldik ve bu topraklarda yaşantımıza devam ettik. Çocukluğumuz ve gençliğimiz; buradaki her taşın her karış toprağın izlerini taşır. Köyümüz 46 hane idi. Bir vadinin iki yamacına yaslanmıştı. Aşağı bölümü düz geniş araziye sahipti. Tarlalar, armut ağaçları, çeşitli yabani ağaçlar serpilmişti. Biz köylüler bu geniş araziye ” yazı” diyorduk. Ayrıca her köylünün bir-iki ineği, eşeği ve birazda koyun – keçisi vardı. Yaz aylarında köylülerin en büyük işi tarladaki ekinleri orakla biçerek hasat yapmaktı. Yaklaşık bir ay sürerdi. 3

Köyde en büyük ev bizim evimizdi. Evimizin büyük bir kaç odası, geniş bir ahırı, saman deposu, kiler, ev damı ve “ode jur” (yukarı oda), “ode dar” (dış oda) ,ode iç(iç oda) dediğimiz bölümlerden ibaretti. Kışın hayvanların bakımı, yaz aylarında ise tarla – hasad işleriyle uğraşırdık. Ayrıca 65-70 kadar kara kovan arılarımız vardı. Onların bakımı ile kendim ilgilenirdim. Tamamen doğal bal alırdık. Hakkın rahmetine kavuşmuş olan Hasan Abimle çok çalışırdık. Öküzleri kağnıya koşardık, ekinleri harmana taşırdık. Sonra at arabamız oldu. Bir-kaç sene bununla işlerimizi yürüttük. Daha sonra ilk traktörümüzü aldık. Sanırım yıl 1977 idi. Traktör büyük bir rahatlık ve güven sağlamıştı. İşten artan zamanlarımda kitap okur, saz çalar, deyiş söylerdim. Hem eski Arap yazısını, hem yeni yazıyı biliyor, yazıyor ve okuyordum. Kitaplarım, defter ve kalemlerim; “ode jur” yukarı oda dediğimiz merdivenle çıkılan odada, duvara gömülü bir dolapta duruyordu. Adeta bu bölüm kütüphanemizdi. Eski ve yeni yazı ile yazılmış kalın kitaplar aile için çok değerli idi. Benim yazdığım, İbrahim abimin yazdıkları, Mehmet Mustafa Dede’nin yazdıkları, babamın yazdıkları notlar ve defterlerde bu dolapta duruyordu. 12 Eylül 1980 darbesi ve köydeki büyük göç sonucu, bu kitapların bir kısmı ve çok değerli notlar kayboldu, ya da yok edildi.

SOSYAL YAŞANTIM

1964 yılında büyük bir sel felaketi yaşandı. Can kaybı olmadı, ama mal kaybı oldu. Evimiz dâhil birçok ev selden zarar gördü. Aileler yavaş-yavaş köyü terk etti. Ekonomik nedenler de bu göçü körükledi. Kimi aileler başta Almanya olmak üzere Avrupa ülkelerine çalışmaya gittiler. Kimi aileler İstanbul, İzmir, Mersin, Ankara, Hatay gibi büyük illere yerleştiler. Bir kısmı ise Elbistan İlçesi gecekondu bölgesine yerleştiler. Köyde kalanlar evlerin bakım ve onarımını yaparak eski düzende yaşamaya devam ettiler. Zarar gören köy çeşmesi ve suyolu yeniden İMC usulü onarıldı. Toprak yol, biraz güzergâh değişikliği ile eski hizmetine kavuştu. Devlet, Kantarma Köyü’nde afet evleri yapımına başladı. Zamanla Kızılkandil boşaldı, yaz aylarında köylüler bu mekânı artık yayla olarak kullanıyorlardı. Bizim baba ocağı evimiz hala ayaktaydı.

1966 yılının 11. ayın 29 unda Şıği İviçe (Şeyho Dede) nin kızı Zöre ile evlendim. Dört oğlan üç kızımız oldu. Sırası ile Naci, Naciye, Tacettin, Kazım, Fadime, Yeliz, Aydın . Üçü hakkın rahmetine kavuştu. En büyük oğlum Naci Ankara yolunda bindiği otobüsün uğradığı trafik kazası sonucu 23 yaşında hayata veda etti. Kızımız Naciye çocukları ile Fransa’da yaşıyor. Tacettin Almanya’da yaşıyor. Fatoş eşi ve çocukları ile İsviçre’de yaşıyor. Aydın eşi Şaduman ve iki çocuğu ile İstanbul’da yaşıyorlar. 4

1981 yılında Kantarma Köyü’ne taşındım. 1982 yılında gomık evlerinin üst tarafında şimdiki bu oturduğum 7 dönüm kadar yeri belirledim. 1985 yılında evimin inşaatı bitti ve 1986 yılında evime taşındım. Kızılkandil tamamen boşalmış ve yalnız kalmıştı. Sadece yaz aylarında ekim ve ekin hasadı için Kızılkandil’e traktörüm ile günübirlik gidiyorum. 12 eylül 1980 darbesi sonucu askeri güçler köyde tek-tük ayakta kalan evleri de dozerle yıktılar. Zaman ve yıllar oraları viraneye çevirdi desem yeridir. Düşündükçe içim acıyor.

Babam Tacim Dede ölmeden birkaç yıl önce bir gün beni karşısına aldı ve dedi ki;” Oğlum Ali Ekber, biliyorum ki sen çalışkan birisin. Sazın, sözün, muhabbetin çok iyi. En az benim kadar bilgiye sahipsin. Ben yaşlandım. Artık talipler arasında dolaşıp cem erkânı bağlayacak gücü kendimde bulamıyorum. Sane el verdim. Benim yerime artık dede olarak bu erkânı cemleri sen yürüteceksin. Reke ta reka Xızır bı, hif-ro reka ta roni bıkın ( yolun Hızır yolu olsun, ay-güneş yolunda ışık olsun)”

Aşkı-muhabbetle görüştük. 1988 yılı sonbaharında babam Tacim Dede hakka yürüdü. Babam kadar yurdu dolaşmasam da, çevre köylerde gitmediğim yer, tanımadığım aile yoktur. Elimden geldiğince yöremde sazımla, sözümle ve özümle cem erkânı bağlayarak alevi kültürüne katkıda bulundum. İnsanları fikir yönünden aydınlatmaya çalıştım. Hurafelerden uzak durdum. İlim ve irfanımızı dilimin döndüğünce anlatmaya, yaymaya çalıştım. Elimdeki sazım atadan kalma, el yapımı curaya benzer tamburdur.(beş telli, az perdeli saz ) Hala evin bir köşesinde asılıdır.

Zaman – zaman kış aylarında Avrupa’ya eşimle gidiyorum. Çocuklarımı, torunlarımı ve sevdiklerimi ziyaret ediyorum. İki-üç ay kaldıktan sonra tekrar memleketime dönüyorum.

ALEVİLİK ANLAYIŞIM VE DÜNYADAKİ YERİ

Ben küçüktüm. Köyümüzde okul yoktu. “Hoca” dediğimiz bir kişi bir köy odasında topladığı gençleri eski yazı okuturdu. İlk eğitimim Arapça okur-yazarlıkla başladı. Dünya öküzün boynuzları üzerinde duruyordu. Öküz kımıldadıkça zelzele ( yer sarsıntısı) oluyordu. Yıllar sonra, okuyan kardeşlerim bunun böyle olmadığını bana anlattılar. Anladım ki bir alevi sorgulamalı, bilimsel düşünmelidir. Yeni yazıyı evde kendi çabamla öğrendim. Hem yeni, hem eski yazılı kitapları okuyordum, araştırıyordum, ezberliyordum ve bazı notlar alıyordum. Alevilik; bilimle iç içe olmalıdır. Dil, din, ırk ayrımı olmamalı. Bütün dünya insanlarını sevgiyle kucaklamalıdır. Her anlayış kendinden bir parça bulmalıdır. Alevilik birlik ve dirlik demektir. Sevgi; inancımızın temelidir. Çünkü inancımız esas gücünü doğadan almıştır. Yeryüzündeki her varlık, inandığımız o sevgi dolu Tanrı’yı temsil eder. O halde her varlık kutsaldır ve birbirini tamamlar. Sevgini, şefkatini her alanda göstereceksin. Kin ve nefret asla barınmamalı. Başka düşünce ve inançlara saygılı olmalıyız. Her kişi sözüne ve özüne sadık olmalıdır. Doğruların ve insani duyguların varış noktası sayılan dört kapı kırk makam anlayışına uygun eline, beline ve diline sahip olmalısın. Cenneti bulacağım diye insanlara cehennem hayatı yaşatılmamalıdır. Yarınlarımızın aydınlık ve mutlu insanların yaşadığı, bir dünya için katkıda bulunmalı, çok çalışmalıyız.

SAĞLIĞIM 5

Yetmiş beş yaşına geldim. Artık tarlada çalışmaya sağlığım el vermiyor.2008 yılında kısmi bir felç geçirdim. Sol elim ve sol bacağım işlevini tam yapmıyor. Bu yüzden son seneler artık saz çalamıyorum. Zaman zaman sağlık sorunlarım için İstanbul’a çocukların yanına gidiyorum. Kullandığım bazı ilaçlar var. Yine de bazı önemli toplantılara veya cenaze erkânlarına katılıyorum. Elimden geldiğince insanlarımıza yol-yordam konusunda yardımcı oluyorum. Son zamanlarda kültürümüze yakın bazı TV kanallarında konuşmacı olarak katılıyorum. Sağlığım elverdiği sürece, kültürümüze hizmet etmeye devam edeceğim.

VATAN BORCU

1961 yılında askere gittim. Zamanımızda askerlik 24 ay yapılıyordu. Siirt jandarma eğitim tugayında altı ay eğitim gördüm. Daha sonra Muş ili Malazgirt jandarma birliğine katıldım. Yüzbaşım Elbistan’lı idi. Beni çok severdi. Bir mahkumu Elbistan’a götürmem için 10 gün kadar izin verdi. Bir er arkadaşımı da yanıma verdi. Mahkum, Göksun ve Afşin yöresinde kaçakçılık yapan bir katilmiş. Yolda bizi saf dışı bırakıp kaçmayı planlıyormuş. Ancak Tacım Dede adını duyunca bunu yapmaktan vazgeçmiş. Bana itiraf etti ve elimi öpmek istedi. Göksun ceza evine teslim ettikten sonra, ben ve arkadaşım iznimizi Elbistan ve köyde geçirdik. Vatan borcu bitmişti. 01 Kasım 1963 yılında teskere aldım ve eve döndüm.

ANI -SU İLE İMTİHANIM 6

Yıl 1963 İlkbahar ayları. Malatya’da okuyan Hüseyin ve Mustafa kardeşlerimi ziyaret ettikten sonra köye dönüyordum. Sevdilli Köyü kavşağında otobüsten indim. Güneş yeni batmıştı. Önümde yaya yürüyeceğim 5 km. kadar patika yolum vardı. Sırtımda heybem, içinde bir-kaç parça eşyam ve “cusun” dediğimiz 17-18 kg ağırlığında karasaban ucu demir parçası, “varıs” dediğimiz kalın bir ip vardı. Yüküm ağırdı, ancak genç ve güçlü bir delikanlıydım. Sevdilli Köyü’nü, dereleri, tepeleri geride bıraktım. İki saat kadar sonra Kantarma Köyü yakınına gelmiştim. Karanlık çökmüştü. Yorgundum. Köyümüzün tek akarsuyu Söğütlü çayı hışırtılı seslerle akıyordu. Dinlenmek için suyun kenarına oturdum. Bahar mevsimi çay suyu kabarmıştı. Suyu geçmem gerekiyordu. Suyun içinde yıldızların parıltıları görünüyordu. Köy evleri yaklaşık 400 metre kadar ilerde tepede idi. Camlardan taşan lamba ışıkları bana göz kırpıyordu cılız ışıklar yaşam umudum olmuştu. Hava serindi. Karanlık ve su! Ürpermiştim! Dışarlarda yardım isteyebileceğim kimseciklerde yoktu. Cesaretimi topladım, elbiselerimi çıkarıp heybenin bir bölümüne koydum. Kalın ipi cusun demire bağladım. Yavaş yavaş suya girdim. Her adımda biraz daha derinleşiyordu. Su soğuktu. Nefes almakta güçlük çekiyordum. Ortalara doğru akıntı hızlanmıştı. Sular göğsüme kadar yükselmişti. Birden ayaklarım yerden kesildi ve sulara kapıldım. Ne olduğunu anlayamadım. Kontrol elden gitmişti. Bir ara başım sudan çıkınca can havliyle bağırmışım. Sonra yine ayaklarım yere değdi ve durabildim. Suyun hala orta yerlerinde idim. Olanca gücümle demir ağırlığı akıntı yönüne ve ileriye doğru fırlattım. Bir taraftan da bağırıyor yardım istiyordum. Ağrılık beni azda olsa akıntıdan korumuştu. İpe tutunarak demire kadar gittim. Toparlanmaya fırsat bulamadan yine ayaklarım yerden kesildi. Tüm gücümü toplayarak demiri fırlattım. Demirin sayesinde durup nefes alabiliyordum. Umudum demir olmuştu. Sonra bir kez daha, bir kez daha demiri aynı şekilde fırlattım… Yorgunluktan ve soğuktan Kendimi kaybetmek üzereydim. Gözlerimi köyün ışıklarından ayırmıyordum. Titriyordum. Elbiselerim ve heybe sudan nasibini almıştı. Bu esnada köylümüz Mamoy Hapuluç ve Rıza Çeliçe, Mısto Mamo da misafirler. “Bir ses” duyduklarını söylerler. Kulak kabartırlar. Mısti Mame onlara şunu der:” Bu ses sanki suyun oradan geliyor. Gidin bakın, kimse var ise yardımcı olun, değilse çekin gelin.” Rızay Çelıçe ve Mami Hapuluç hızla suyun kenarına doğru inerler. Karanlıkta suyla boğuşan bir insanın karartısını görürler. Hemen yardım edip beni çekip aldılar. Tacim Dede’nin oğlu Ali Ekber’i karşılarında görünce çok şaşırdılar. Öncelikle ceketlerini bana sararak korumaya aldılar. Beni eve götürdüler. Tüm elbiselerimi değiştirdiler. Kurtulduğum için çok sevindiler. Etrafımda dönerek bildikleri tüm iyi duaları okudular. Öperek cesaret verdiler. Isındım, karnımı doyurdum ve uyudum. Ertesi gün beni alıp eşeksırtında Kızılkandil’e getirdiler. Babam ve annem bu mucizevi kurtuluş için hemen bir adak yaptılar. Burukluk, acı ve hüznün ardından yaşadığım bu sevinci hiç unutmam.

ANADOLUDA ALEVİ OLMAK 7

Yukarıda değindiğim gibi Kızılkandil’deki evimizin iç kısımlarında yukarı bölümde bulunan “ode jur” hem yatakların konulduğu büyükçe bir dolaba, hem duvara gömülü bir kitaplığa sahipti. Eski yazıya sahip tarihi ve dini kitaplar vardı. yeni yazılı kitaplar ise Lenin, Daıl Carnegıe, Yaşar Kemal, Ömer Hayyam gibi bir çok yazara ait kitaplar vardı. El yazması notlarımız da vardı. Babam, ben ve kardeşlerim bu kitaplardan çok yararlandık.

12 Eylül 1980 darbesinden sonra Kenan Evren döneminde alevi köyleri baskılara maruz kalmıştı. Zaten köy boşalmıştı ve bir-kaç ev ayakta kalabilmişti. Terör bahanesi ile o bir-kaç evde askerler tarafından harabeye çevrildi. Bir bizim baba ocağımız ayakta idi. 1981 yılında kantarma Köyü’ne göç etmeme rağmen yaz aylarını burada bu evde geçiriyordum. Çünkü ekinlerden başka kaysı, dut ve çokça armut ağaçlarımız vardı .

Yıl 1982 yaz ayı. Yine Kızılkandil baba ocağı. Sabah erken eşim Zöre ile beraber dışarıya çıktığımızda birde ne görelim. Onlarca asker etrafımızı çevirmişti. Silahlar eve doğrultulmuştu. Komutanları yüzbaşı bana yaklaştı. “Biz terörist arıyoruz. Ayrıca silahların varsa çabuk bize teslim et. Seni tutuklamaycam.” dedi. Biraz havayı yumuşatmak için yüzümde zoraki bir gülümseme ile ; “Komutanım bizde silah ne gezer, bir eski kırma tüfeğim var. Terörist burada ne gezer. Buyurun oturun dinlenin bir çayımızı için.” dedim. Yüzbaşı yüzünde sert bir ifade ile pek oralı olmadı. Askerlere döndü ” Evin her tarafını arayın” diye emir verdi. Askerlerin bir kısmı evin iç kısımlarında kayboldular. Güneş yükseliyordu. Hava sıcaktı. Uzak tarlaların yüzeyinden buharlar uçuşuyordu. Bu arada eşim bizim yöremizde ” çalğama” dediğimiz yoğurt-su karışımı ayranı ikram ediyordu. Evimizin ön tarafında ağaçların altında sabit duran tahta kanepelerimiz vardı. Minderleri koyduk ve yüzbaşı ile karşılıklı oturduk. Ayranlarımızı içerken sohbete başladık. Eşim askerlere de çalğama ikram etti. Yüzbaşı Alevi olduğumuzu öğrenmişti ve merak ediyordu. Konuşmalarımız çoğunlukla bu yönde idi. Ben konuştukça merakı daha da artıyordu. Bilgi birikimim ve kültürümüzün içeriği yüzbaşıyı hayrete düşürmüştü. Bu arada askerler kırma tüfeğimi bulup getirmişlerdi. Yüzbaşı onu tekrar yerine koymalarını söyledi. Bu arada eşim çay ve kahvaltılık türü şeylerin hazırlığına başlamıştı. Bizim içten davranışlarımız ve konuşmalarımız yüzbaşıyı olumlu etkilemişti. Yüzünden, böyle misafirperver bir şekilde karşılanmayı 8 beklemediğini okuyordum. Bir ara bana döndü ve şöyle sordu:” Alevilerin kestiği yenmez diyorlar. Hayvan keserken ne dersiniz?” Gülümsedim:” Yüzbaşım şimdi kalkıp bir koyun ya da kuzuyu keseyim. İsterseniz Arapça İslami kurallara göre okur- keserim, isterseniz bizim kültüre uygun hayvanı keserim. Bizim için fark etmez. İnsanoğlunun temiz duygularla kestiği hayvanı yeriz. İnanç ayrımı yapmayız. Amma ve lakin Müslüman anlayış maalesef biz insanoğlunun kestiğini yemez, ama dağda avlanırken hayvanın öldürdüğü, merminin düşürdüğü ve duası okunmayan hayvanı yer. Bu büyük çelişki bizleri üzüyor. Tamamen kötüleme ve dışlama mantığıdır.” Merak ettiği sorulara verdiğim cevaplar Yüzbaşıyı hayrete düşürmüş, mahcup olmuştu. Bu arada askerin biri sazımı bulup getirdi. Yüzbaşı bana döndü” Saz çalıyor musun?” dedi .”Evet” dedim. Sazı aldım ve bir deyiş okudum.

Şu yalan dünyaya geldim geleli

Gönül senden özge yar bulamadım

Yaralandım al kanlara bulandım

Dosta el değmedik nar bulamadım

Güzellerin zülfü destedir deste

Erenler hak için oturmuş posta

Bir zaman sağ gezdim bir zaman hasta

Hasta halin nedir der bulamadım

Pir Sultan Abdal’ım bağlar ben olsam

Üstü mor sümbüllü dağlar ben olsam

Alem çiçek olsa arı ben olsam

Dost dilinden tatlı bal bulamadım

Yüzbaşı memnundu, mutlu olduğu her halinden belliydi. Askerlerinde hoşuna gitmişti. Bu arada askerler “ode jur” daki kitaplığı bulmuşlar. İçindeki kitapları, defter ve notları alıp dışarı getirmişlerdi. Yırtıp, parçalayıp etrafa dağıtıyorlardı. Bir kısmını ateşe vermişlerdi. Yüzbaşı bana döndü ve dedi ki. “Ali kardeş belli ki okumuş kültürlü, bilgi birikimi çok olan birisin. Ayrıca insani duygu ve 9 davranışların takdiri şayana laiktir. Bu dağın başında bu kültürü nasıl edindin?” Yüzbaşının gözlerinin içine baktım, sonra parçalanmış kitapları gösterdim. “Yüzbaşım bu kitaplardan öğrendim. Bizim çevremiz ve ailemiz okumayı sever. Araştırır, sorgularız. Bildiğimizi gelecek kuşaklara dilden dile, gönülden gönülle sazımızla, sözümüzle, özümüzle anlatırız, aktarırız.” dedim. Bunun üzerine yüzbaşım sert bir ifade ile askerlere döndü.”Ali Ekber Dede’nin kitaplarına dokunmayın. Toparlayın ve yeniden yerine yerleştirin.” dedi.

Kahvaltıdan sonra askerler helallik isteyerek ayrıldılar. Yüzbaşı ile gözgöze geldik.Teşekkür etti. Duygusal bir andı. Birbirimize sarılıp vedalaştık.

GÜZEL SÖZLERİM

“Nefsine düşkün olanın insanlığı eksik kalır.”

“Kötülüğe gıybet olmaz, iyiliği bağrına bas.”

“Sıve zu rawa, nifro la ta şirin hılat , efar la ta rahat dahat.” (Sabah erken kalk, öğlen gün tatlı olur, akşam gün güzel iner.”

“İnancımız, gücünü insanlar arasındaki bağlılıktan ve güçlü sevgiden alır.”

“Sevgi inancımızın temelidir. Bilim ise yolumuzun ışığıdır.”

KÜLTÜRMÜZÜ YANSITAN BAZI BEYİTLER

Hakkı bulmak istersen sureti insana bak

Arayıp gezme hakkı cismi içre cana bak

Aşkın mihracı derler dostun didarıdır

Yüze söze ispat dilersen defteri rahmana bak – NOKSANİ

İşittim ki babasız bir oğulmuşsun

Hem cennettte doğmuş hem kovulmuşsun

Hem keset istemişsin hem boğulmuşsun

Tanrının suçu ne isyan sendedir – RIZA TEVFİK

Gel derviş gel yabana gitme

Her ne arıyor isen inan sendedir

Nefsine beyhude eziyet etme

Kabe ise maksadın rahman sendedir – RIZA TEVFİK

Eğer aşık isen yara 10

Sakın aldanma ağ yara

Seyyid gibi düş nara

Bu gülşanda yanar olmaz – SEYYİD NİZAMOĞLU

Ya Rab yaramaza fırsat verme Behre sultan olmasın

Ayağın çarık sıksın asla rahat etmesin

Bin bir değnek ensesinden asla eksik olmasın

İt yesin cüfut yesin vatan yaramaza nasip olmasın – HACI BEKTAŞI VELİ

Tanrı ademdedir dedim inandın

Böylece Tanrıyı bulurum sandın

Hani bu niyetle kime dayandın

Teslimi oldunmu hep varınla – ALİYE KAMIKE

EN SON EKLENENLER