“Er veya geç Kürdistan kurulacaktır”

[responsivevoice voice=”Turkish Female” buttontext=”YAZIYI SESLİ DİNLEMEK İÇİN TIKLAYINIZ”]

Karadeniz’in en güzel şehirlerinden biri Ordu’dur. Boztepe’den bakınca yeşilin tüm tonlarına deniz mavisinin eşik ettiğini görürsünüz. Dar sokaklarında geçmişin izleri vardır. Elinizi uzatsanız, kör olursunuz. Gürcü, Laz, Ermeni, Rum çocuklarının birlikte oynadığı bu mekânların sessizliğinde kaybolursunuz. Varlığınıza ise dalgaların okşadığı sahil sesi eşlik eder.

Dünle, bugünün hüznünü yaşarsınız.

Ordu’yu severim. Liseli yıllarımın şehridir. Mısır ekmeğinin hatırı vardır bende. Ve de hayalleri örgütleme.

Sene 1986, günlerden 8 Nisan. Teypteki ses o zaman yasaklı olan Mahzuni’nin “Amerika katil katil” parçasını çalıyor. Bizler akşam yemeği için sofraya oturmuşuz. Kaşıklar taze fasulye tabağına daldığında, kapı ve pencerelerin gümbürtüsü arasında polis eve dalmıştı. Kaset susmuş, halının altına atılmış, tepesinde halamın oğlu nöbete başlamıştı. Şimdi meyhane şarkısı oldu. Her neyse.

Kitapların, dergilerin, daktiloların, yazıların delil diye toplandığı, yazarın çizerin mahpus damlarında olduğu bugünkü gibi bir zamandı.

Milli duyguları zayıflatmak, dine hakaret etmek suçlarından beni alıp Efirli Cezaevine götürmüşlerdi. Muşadiyeyi, koğuşu ve güzel insanları Selah Özakın’ı, Olgun Şensoy’u, Kambur Bahriyi 16 yaşlarımda orada tanıdım.

İlk kez Meryem Xanı, Ayşe Şanı Erivan radyosundan burada dinledim. Tıraş bıçağından balık tespih yapmayı Bahri’den, çatpat İngilizceyi Sellah’dan Efirli’de öğrendim…

Bu hikâye nasıl başlamıştı dersiniz.

Bir gün okul yolunda bir arkadaşıma iştahımın olmadığını söylemiştim. İki öğün yemeği zor yiyorum demiştim. Ah Cumhur. Neresinden anladıysa, okulda, o güzelim Ordu Lisesinde “Aleviler iki öğün yemek yermiş, üç öğün yemek yemek günahmış” diye dağıtmış. Milleti meraklandırmış.

Dersimiz İngilizce. Öğretmen yok. Zaten hiç olmamıştı. Ders boş. Okulda en sevdiğim şey.

Konumuz “Aleviler niye üç öğün yemek yemez”. Tabi bu arada “Libya’da Aleviymiş, Amerika üç öğün yemek yesinler diye bombalıyormuş” diyenler bile var.

Bu hengâmede her kafadan çıkan sese cevap vereyim derken mevzu derinleşiyor. Amerika, sol, kominizim, Alevilik, İslam vs vs giderken, sırtıma sert bir şekilde dürten arkadaşım tartışmayı ikinci aşamaya getirmeyi başardı.

“Bu hem Alevi hem de Kürt, ben gittim bunların memleketinde başka dil konuşuyorlar, biz anlamıyoruz” dedi. Günah meselesinden Kürt meselesine geçince, o günlerde dergi gazete köşeleri arasına sıkışmış bu kelimelerden heyecanlandım. Sanırsam kendimi suçüstü olmuş bir suçlu gibi hissettim. Çaresiz bir mahkûm, tarihin derinliklerinden gelip sırtımıza yapışmış ve hakkını veremediğimiz bir borçmuş gibi düşüverdi masaya.

Nafile dinleyen yoktu. Dinlemek isteyen de yoktu.

Hatırlamadığım bir heyecanla yumruğum havalandı, boş derste öğrencilerin yarattığı uğultu, gürültü arasında masaya sert bir şekilde indi ve avazımın çıktığı kadar haykırdım “Er veya geç Kürdistan Kurulacak” dedim.

Tüm sınıf sustu.

Dünya etrafımda her zamankinden daha hızlı bir tur attı. Eller kollar kırıldı, sesler kesildi… Karanlık bir dehlizde kendi kalp atışlarından başka bir sesin çıkmadığı bir mekânda buz kesti her şey, her yer, herkes.

Nokta. Herkes dağılıp sıralarına geçti. Ders bitti.

İşte o günün ertesi işgüzarın biri öğretmene, öğretmen okul müdürüne, yalaka müdür valiye, vali de emniyete ulaşmak suretiyle vatanımız ve milletimiz için büyük tehdit oluşturan bu durum için harekete geçmişti.

Asliye, Sulha, Sulh Ağır Cezaya derken oradan DGM (Devlet Güvenlik Mahkemesine) sevk edilen dosya, yıllar sonra Erzincan DGM’yi Ordu’da seyyar kurmak şartıyla beni mahkemeye çıkarmıştı. O dönem Karadeniz’de DGM yoktu. Öyle olunca Erzincan DGM bu vahim olaya el atmış, vatanın birliği, bölünmez bütünlüğü, dinimizin kutsiyeti için devreye girmişti.

Bazen “üç öğün yemek yeseydim başıma bunlar gelmeyecekti” diye düşünürüm.

Lakin “iyi de oldu” derim. Takılı kalmadık mekansızlıkta, kimliksizlikte. Ya Haq, Ya Muhammet, Ya Ali diye girebildik hayata. Diye bilene eyvallah.

Mahkemeye aylar sonra çıkarılırken, okul arkadaşlarımın doldurduğu koridorda ellerim kelepçeli geçerken, bunu bir nişane gibi hissetmiş, hayatımın en onurlu yürüyüşünü yapmıştım. Sınıf arkadaşım olan kızların döktüğü gözyaşları arasında, kırmızı halıda yürürken, bir kahraman gibi hissetmiştim kendimi.

Demem o ki; 86 yılında farkında olmadan dilden dökülen kelimeler, her mazlum halkın bedenine, ruhuna işlenmiş bir özgürlük geniydi. Genetikti.

Şunun, bunun, senin benim olması gerekmeyen, lakin olması gereken, olabilirliği etrafında filizlenen her şeyin güzelleştiği özgürlük.

Sana inanır, sana taparım.

Seni severim.

Her mazluma hak olan, Kürde de haktır.

Hak ile hak olanlara, haklarını bedenleriyle kutsayanlara, Allah eyvallah.

Yer ve gök şahit olsun ki; devlete değil, Kürde, iktidara değil, özgürlüğe evet.

Kürdistan’a EVET

[/responsivevoice]

5 YORUMLAR

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Yazarın diğer makaleleri